17 Kasım 2022 Perşembe

Winnicott'a Göre "Psişe" İçimizde Değil Aramızda

Bu yazının özgün hali Psych.co web sitesinde yayımlanmıştır. Makalenin tam haline buradan ulaşabilirsiniz.

Donald Winnicott - Kaynak: Wikipedia

Aslen İngiliz bir çocuk doktoru olan Donald Winnicott (1896-1971), 20. yüzyılın ortalarında psikanalizde merkezi bir figür haline geldi. Onun  bilişsel ve davranışsal ekoller haricindeki psikoterapötik kuramlar üzerindeki kalıcı etkisi, muhtemelen Sigmund Freud'unkinden sonra ikinci sıradadır. O zamanlar hakim olan Freudçu ortodoksluğa açıkça muhalefet etmemiş olsa da muğlak çalışmalarından çıkarabileceğimiz kuram, Freudyen modelle ve aslında modern psikiyatri ve bilişsel davranışçı terapi (CBT) tarafından kullanılan modellerle kökten çelişmektedir. Psikoterapötik kuram ve uygulamanın çok ötesine uzanan fikirlerinin öneminin anahtarı buradadır. Aslına bakılırsa, son yıllardaki deneyimlerim ve ruh sağlığı krizi alanındaki çalışmalarım beni Winnicott'un zihin ve onun rahatsızlıklarına yönelik bakış açısının şu günlerde her zamankinden daha önemli olduğuna ikna etti.

Winnicott'un mirası, genellikle İngiliz psikanalizinin "Orta Okulu" olarak bilinen şeyde, sahip olduğu merkezi konumla ilişkili olarak tanımlanır. Bu unvan Winnicott'a uygundur çünkü o sadece ABD ve Birleşik Krallıktaki muhalif yeni-Freudçu taraflar (sırasıyla 'Ego-psikolojisi' ve 'Kleincı' okullar) arasında değil aynı zamanda zihinsel yaşantı açısından "ben" ve "öteki" arasında da uygun bir konum bulmuştur. Freudçu zihin modelinin doğasında (hem Ego-psikologlarının hem de Kleincıların katıldığı) olan özne-nesne ikiliğinden büyük ölçüde kaçındı ve temelde bütüncül bir "ben ve öteki" kavramını benimsedi ya da en azından düzenli olarak bunu ima etti.

Winnicott'un ortodoks görüşten kaymasının ciddiyetini anlamak için, Freudçu düalist modelin arkasındaki temel felsefeyi anlamak esastır. Freud kendini her şeyden önce görgül bir bilim adamı ve psikanalizi de bilimsel bir proje olarak görüyordu. Bunu takiben, onun psişe modeli, bilimsel dünya görüşüne hakim olmaya devam eden Kartezyen-ampirist felsefede de sıkı bir şekilde yer buldu. Bu modelin en temel taahhüdü, bizden bağımsız olarak var olan nesnel, tarafsız bir dünyaya karşı, bizlerin birbirinden ayrık bireysel varlıklar olduğumuz fikridir. Bu modele göre, içsel olarak belirli süreçlerin bir kombinasyonu ve dış dünyadan gelen verilerin zihinsel olarak özümsenmesi yoluyla bizim dışımızdaki dünyayı tanır ve deneyimleriz.

Bu haliyle, zihinler, deneyim için bir ön koşuldur ve deneyimler esas olarak bilişin bir sonucudur. Örnek vermek gerekirse, bu bakış açısı diğer insanların iç dünyalarına onların zihinlerine ilişkin özgün tahminler aracılığıyla aşina olduğumuz fikrinde varlığını sürdürmektedir. Bu fikir dünyaya ilişkin deneyimlerimiz, ilişkilerimiz, bireysel olarak büyük ölçüde çevremizi nasıl algıladığımız ve bunları nasıl anlamlandırdığımız konusunda çalışan Bilişsel Davranışçı Terapinin kavramsal temelinde de yer bulur.

Freud, bu temel modeli, zamanının hakim fizyolojisi açısından ayrıntılandırdı. O temel doğamızı; bir tür içe dönük narsisizm (İd) içinde doğmuş, kendi kendine yeten bir enerji yığını olarak kavramsallaştırdı. Freud'un modeline göre zihin (Ego) gelişimi, bu enerjinin (dürtüler) dışsal ifadeleri ile dünyanın bunlara verdiği tepkiler arasındaki çatışmanın bir sonucuydu. Bu nedenle psikolojik gelişim, dış dünya tarafından yalnızca gerekli uyum açısından şekillendirilen, kendi kendini yaratan bir eylemdi. Freud, ötekinin rolünün büyük ölçüde dışsal yargılayıcı ile davranış kurallarının ve düzenlemelerinin uygulayıcısı ile sınırlı olduğunu düşündü. Aşırı basitleştirmiş olmakla birlikte buradaki temel zihnin imajı, özne-nesne boşluğunu bilişsel olarak doldurmak ve adeta iki farklı alan arasında aracı olarak hareket etmekten sorumlu bir tür içsel büyümedir.

Freud ve onu takip eden okullar, kendilik ve öteki arasındaki anlaşılır sürekliliği -bebekler, "psikotikler" ve "regrese olmuş hastalar" için ortak bir deneyim- yüzleşilmesi gereken narsist bir sanrı olarak gördüler. Winnicott, benliğin ve ötekinin sürekliliğini ciddiye alarak bu tabloyu alt üst etti. Yani, bunu birincil bir konu olarak düşündü.

Winnicott varlığımızın en temel düzeyinde bizlerin birbirinden ayrık zihinler fikri olduğu fikri yerine birer deneyimsel birim olduğu fikrine inanıyordu. Yani zihinleri olan öznelerin; kişilerarası ilişkiler alanından -benim sevdiğim adıyla "psişenin toplumsal matrisi"nden- ortaya çıktığına inanıyordu. Dolayısıyla Winnicott'a göre bizler, bir şekilde dışsal olarak birbirini anlamayı başaran ayrık ve kapalı varlıklar olmaktan ziyade birbirleriyle doğrudan temas halinde olan ve radikal biçimde birbirine açık varlıklarız.

Winnicott bu fikri muallak da olsa şu sözlerle dile getirdi: "Bebek diye bir şey yoktur... Bir bebeği betimlemeye başlarsanız, bir bebeği ve birini betimlediğinizi görürsünüz." Onun bakış açısı en çok da bir bebeğin deneyimini bebeğin ailesiyle birlikte anlamakla ilişkilidir, biz bunu genellikle böyle kabul etmesek de tüm deneyimlerin özünde bu vardır. Dünyaya ve ötekilere ilişkin deneyim, insanın bildiği ilk şeydir ve zihin -halihazırda var olan bir dualiter ayrım olmadığını için bunu yerine- bu ayrışmayı yaratmaktan bir anlamda sorumludur. Etkileyici olarak bu, Freud'un dualistik modelinin tersine çevrilmesidir.

Sonuç olarak, Winnicott'un psikopatoloji kavramı Freud'unkinden çok farklıydı. Freud, psikopatolojiyi, dünyanın içsel dürtüleri ile dışsal talepleri arasındaki çatışmalar olarak anladı: Yani, kişide yanlış giden yalnızca dış dünya tarafından tetiklenen kişinin içsel dünyasıydı. Bu temel fikir, indirgeyici psikiyatrik düşüncede ve yaygın dualiter modeli izleyen BDT'de hala çok canlı.

Buna karşın Winnicott, psikopatolojiyi öncelikle travma ya da ilişkisel alandaki eksiklik olarak anlıyordu. En önemlisi, yanlış giden şey, kendi başına bireyde değil, kişinin kendisinde ve dahil olduğu deneyimsel birimlerde (uzantı olarak, kendilerini içinde buldukları sosyokültürel çevre dahil) yer almaktır.

Winnicott ayrıca, psikolojik değişimin etkeni konusunda çarpıcı biçimde farklı bir görüşe sahipti. Onun psikoterapötik modeli gelişimseldi: Terapötik ilişkiyi ve ebeveyn-çocuk ilişkisini/ilişkilerini birbirine benzer olarak gören model. Bu nedenle, tıpkı çocuğun gelişiminin temel olarak deneyimsel birimdeki anne ile olan anlık ve içgüdüsel ilişkiye bağlı olduğunu gördüğü gibi, Winnicott için psikoterapötik değişim tamamen danışan ve terapist arasındaki ilişkiyle ilgiliydi. Bu daha sonra "tek kişilik" psikolojiden "iki kişilik" psikolojiye geçiş olarak kavramsallaştırıldı.

Freud'un dışarıdan rasyonel müdahalelere odaklandığı konularda Winnicott, bunu kişinin ne düşündüğünden veya söylediğinden çok kim olduğu ve ne yaptığıyla ilgili olan aradaki alanda meydana gelen ortak yaratıcı bir yolculuk olarak ele aldı. Playing and Reality (1971) adlı kitabında Winnicott, bu deneyimin yerini "geçiş alanı" olarak adlandırarak onun dinamik, asılsız niteliğine ve aynı zamanda bir oluş yeri olarak doğasına göndermede bulundu. Bu, hem bizim yarattığımız hem de bizi yaratan bir konum -kabul etmemiz ve çözmeye çalışmamamız gereken bir paradoks- burada formüle edilmemiş olasılıkların sabit kimliklerin yerini aldığı ve deneyimin zorunlu olarak birlikte inşa edildiği bir konum.

Bu kulağa mistik gelebilir ancak bu, onun tarif ettiğinden ziyade modern dilin sınırlamalarıyla ilgili. Aslında, çocukların oyunlarındaki ve onların hayal gücüyle aşılanmış dünyalarındaki fantezi ve gerçekliğin karışımındaki "geçişlilik" niteliğine muhtemelen aşinasınızdır. Gerçekten de, Winnicottçu psikanaliz, bu alanda tamamen "harekete geçme" üzerineydi; sabit kimliklere, rollere ve sözde özel deneyimlere yönelik iddiaların askıya alındığı bir etkileşim modu anlamında. Winnicottçu bir terapist için spontanlık ve sahici eylem, bağlantısız yorumun yerini almıştır ve terapinin amacı olarak nesnel dünyaya rasyonel uyum sağlamak yerine 'var olmaya devam etme' deneyimi öne çıkmıştır.

Winnicott'un özne-nesne ikiliğinden uzaklaşması, belki de en açık şekilde, kendimizi bu geçiş aleminden ve onun özne-nesne karışımından asla kurtaramayacağımızla ve bunu da istemeyeceğimiz konusundaki kesin inancımızla örneklendirilebiliriz. Freud ve indirgeyici psikiyatri ve BDT için, bağımsız bir dünyadaki nesnel durumların deneyimin temel gerçeği olduğuna dair temel bir varsayım vardır. Nitekim kuramsal modeller bu tablonun doğruluğu ile yükselir ve düşer.

Ancak Winnicott'un çok farklı bir vizyonu vardı. Kültürü - ve onun ürünlerini ve etkinliklerini- çocukluğun geçişimsel olgusunun uzantıları olarak ele aldı ve bu uzantıları ebeveyn olgusu ile kaynaştırarak düşüncesini geliştirdi. O hher zaman için yaşadığımız ve kanıksadığımız dünyaların kısmen kendi yapımız olduğunu düşündü. Winnicott'a göre deneyimlediğimiz dünyanın, bilimsel materyalizmin bizi inandırmak istediği gibi, soğuk, matematiksel yapılar gibi değil de ilk andan itibaren canlı, cezbedici ve psişik olarak deneyimlenebilir hissedilmesinin tek nedeni, deneyimlediğimiz dünyaların da tıpkı bizdeki gibi aynı ölçüde uzantılar oluşturmasıdır. Böylece Winnicott'un özne ve nesneye ilişkin psikolojik paradoksu, idealizm ve materyalizmin felsefi bir paradoksu haline geldi.

Bu temel görüşler artık modern tabirle ilişkisel ve öznelerarası derinlik psikoterapisi olarak bilinen şeyin merkezinde yer almaktadır. Bununla birlikte, Winnicott'un Kartezyen-ampirist modeli tersine çevirmesinin, genel olarak ruh sağlığını nasıl anladığımız ve ona nasıl yaklaştığımız konusunda daha geniş çıkarımları vardır.

Bilimsel materyalizmin dualizmi ve onun tek bireye indirgenmiş psikolojileri, şu anda fark ettiğimiz psikolojik ve sosyal hasarın çoğunda tartışmalı bir şekilde suç ortağıdır. Örneğin, psikolojik ve sosyal travmanın rolünün tarihsel olarak inkar edilmesinin büyük bir kısmının izini sürmek, Freudçu modelin neredeyse tamamen iç dünyaya odaklanmasına kadar uzanmaktadır. Sonuç olarak başkalarının ve toplumun birey üzerindeki gerçek etkisi nispeten göz ardı edilmiştir.

Aynı felsefi modeli kabul eden ancak açıklama düzeyini değiştiren modern psikiyatri de aynı derecede suçludur. Aynı şekilde işlevsiz düşünce kalıplarına ve dışarıdan uygulanan rasyonel çarelere odaklanan BDT de aynı yanlış felsefeyi izler.

Terapistler olarak ve bir bütün olarak şefkatli bir toplum olarak, Winnicott'a geri dönsek iyi ederiz: Onun psişeyi doğası gereği kişilerarası ve sosyal olarak yakından görme vizyonuna; kişilerarası travmayı merkezileştirmesine ve acımızın kökündeki eksikliğe; ve benlik ile öteki arasındaki alana dair odak noktasına yönelik derin içgörülerine. Bunu yapmak, sıkıntımızın fazlasıyla belirgin kişilerarası ve sosyokültürel belirleyicilerini daha iyi açıklayan ve bunları ele almaya yardımcı olan bir model üzerinde karar kılmamıza yardımcı olacaktır. 

James Barnesis bir psikoterapist, akıl sağlığı savunucusu ve yazar. İngiltere'de Exeter'de yaşıyor.

Bu yazının özgün hali Psych.co web sitesinde yayımlanmıştır. Makalenin tam haline buradan ulaşabilirsiniz.

13 Kasım 2022 Pazar

Tek Seferlik Bir Egzersiz Depresyonun Değişmesine Yardımcı Olabilir Mi?

Bu yazının özgün hali Psych.co web sitesinde yayımlanmıştır. Makalenin tam haline buradan ulaşabilirsiniz.

Egzersiz, depresyondan etkilenen insanlar için yaşamla daha fazla meşgul olmaya ve eksik olan bir yaşama sevincine katkıda bulunabilecek dönüştürücü bir deneyim olarak tanımlanmıştır. Depresyon yaşayan ve bununla başa çıkmak için egzersizi kullanmayı deneyen insanlar, egzersiz yaptıktan sonra canlanmış, sakinleşmiş veya zihinsel olarak daha berrak hissettiklerini belirtmişlerdir: Bisiklete binmeye başlayan bir kadının araştırmacılara söylediği üzere, üzerimizdeki "örümcek ağlarını temizlemek" gibi.

Gerçekten de araştırmalar, birkaç hafta veya ay boyunca rutin olarak egzersiz yapmanın depresyon belirtilerinde klinik olarak anlamlı bir azalmaya yol açabileceğini göstermiştir. Ayrıca psikoterapi veya farmakolojik müdahaleler gibi standart tedavilerle birlikte egzersizi reçete etmek, bu tedavilerin etkinliğini artırabilir. Küresel kılavuzlar, yetişkinlerin sağlık yararları elde etmek için her hafta 150-300 dakika orta ila şiddetli fiziksel aktiviteye katılmalarını önermesine rağmen bunun depresyona yönelik faydaları daha düşük dozlarda ve yoğunluklarda bile deneyimlenebilir. Bisiklete binme, yüzme, tempolu yürüyüş ve koşu, kuvvet veya direnç egzersizi veya yoga ya da pilates gibi düşük yoğunluklu egzersiz gibi çok çeşitli egzersizlerden herhangi birini kişinin rutinine entegre etmek, zaman içinde depresyonu tedavi etmek veya yönetmek için faydalı olabilir.

Çok daha az bilinen bir şey ise anında olumlu bir etkiye sahip terapötik bir araç olarak egzersizin depresyonda akut semptom yönetimine yardımcı olma potansiyelidir. Bir egzersiz ne kadar hızlı bir fark yaratabilir? Egzersizin 'daha iyi hissetmeye' yönelik etkisi 1960'lardan beri lanse ediliyor ve 'endorfin yüksek' ve 'koşucu yüksek' gibi terimler halka açık sözlükte iyi yerleşmiş durumda. Egzersizden sonra uçarı hissetmeye yönelik anekdotlar, genel popülasyondan elde edilen ampirik kanıtlarla desteklenmektedir. Depresyonlu kişiler egzersizin benzer iyi hissetme etkisini deneyimleyebilirlerse bunun sınırlı bir miktarı bile kalıcı düşük ruh hali, haz alma yeteneğinin azalması, yorgunluk ve değersizlik hissi ile özdeşleşen depresyonun bazı belirtileri üzerinde hızlı ve kısa süreli bir etkiye sahip olabilir. Yine de depresyonu olanlar, değişime dirençli olumsuz duyguların yanı sıra, bir egzersiz seansından sonra sevinç duygusunu köreltebilecek "ödül işleme yetersizliği" yaşarlar.

Egzersizin akut faydalarının depresyondan etkilenen insanlara yansıyıp yansımadığını belirlemek için biz ve meslektaşlarımız yakın zamanda şu ana kadar yürütülen ilgili araştırmaların sonuçlarını belirlemeye ve sentezlemeye başladık. Depresyondan etkilenen kişilerde tek bir egzersiz seansının ardından kişinin bildirdiği ruh hali ve duygulardaki değişiklikleri inceleyen 18 deneysel çalışma belirledik.

Analizimiz, umut verici bir şekilde, ortalama olarak olumlu modun ve enerjinin 20-60 dakikalık bir egzersiz seansının hemen öncesinden hemen sonrasına kadar önemli ölçüde arttığını göstermektedir. Dahası, olumsuz ruh halleri önemli ölçüde azalır. Bu olumlu sonuçlar, hem klinik örneklemlerde (aktif olarak depresyon tedavisi alan kişiler) hem de genel toplum örnekleminde (yüksek depresyon semptomları olan ancak tedavi almayan kişiler), farklı egzersiz türlerinde (bisiklete binme, yürüme, ağırlık çalışması) ve farklı egzersiz ortamlarında (spor salonunda, parkurda) görülmüştür. Egzersiz seansının uzunluğu; insanların ruh hallerini iyileştirmedeki etkililiği değiştirmemiştir.

Uzun yıllar boyunca egzersiz yapmanın insanları neden iyi hissettirdiğini açıklamak için önerilen ana teoriler, endorfin ve dikkat dağıtıcılara yönelik hipotezlerdi. Endorfin hipotezi, egzersiz sırasında beta-endorfin salınımının öfori duygularına yol açtığını öne sürer. Dikkat dağıtma hipotezi, egzersizin, ruh hali üzerinde olumsuz etkisi olan hoş olmayan deneyimlerden bir uzaklaşma sağladığını öne sürer. Bununla birlikte, depresyonlu kişiler de dahil olmak üzere, insanların egzersizden elde ettikleri ani ruh hali artışı için daha makul mekanizmalar olabilir. Örneğin, egzersiz sırasında beynin ruh hallerini deneyimleme ve düzenleme ile ilgili alanları arasındaki iletişim artar. Araştırmacılar ayrıca potansiyel bir mekanizma olarak endokannabinoid sisteme işaret ettiler. Esrardaki tetrahidrokannabinol (THC) bileşeninin endojen versiyonu olan endokannabinoidler, depresyondan etkilenen kişilerde daha düşük konsantrasyonlarda bulunur ancak egzersiz sırasında önemli ölçüde artar. Egzersiz, diğer antidepresan tedavilerin etkisine benzer şekilde beyin türevli nörotrofik faktör (BDNF) konsantrasyonunu da akut olarak artırabilir.

Egzersizin iyi hissetme etkisi geçici olabilir ancak depresyonda uzun vadeli iyileşmelere katkıda bulunma potansiyeline sahiptir. Sürekli olarak depresyon belirtileri deneyimlemek, kendini aşağılama, ruminasyon, kaçınma ve ödüllendirici davranışları sürdürme motivasyonunun azalması gibi kendi kendini devam ettiren “aşağı doğru sarmallara” yol açabilir. Egzersiz sırasında yaşananlar gibi depresif belirtilerde ani azalmalar, bu aşağı doğru sarmalları bozmaya yardımcı olabilir. Ek olarak, daha olumlu modlar ve enerjideki artışlar, insanları ödüllendirici faaliyetlere (örneğin, hobiler, sosyal etkileşimler) katılmaya teşvik edebilir ve depresyon belirtilerinin üstesinden gelmek için kaynaklarını (sosyal bağlılık gibi) geliştirmelerine yardımcı olabilir. Araştırmalar, bir egzersiz seansı sırasında ruh halindeki değişikliklerin, depresyondan etkilenen insanlar için bir tedavi seçeneği olarak rutin egzersizin genel etkinliğinin yordayıcısı olduğunu göstermektedir.

Fiziksel aktivitenin zaman içinde depresyon tedavisinde etkili olmasının nedenleri henüz tam olarak anlaşılamamıştır. Beyin yapısındaki değişiklikler veya benlik saygısındaki gelişmeler gibi mekanizmalar öne sürülmüştür ancak bunlarla ilgili kanıtlar şu anda eksiktir. Son araştırmalarımıza dayanarak, her egzersiz seansının depresyonlu kişilerde kısa vadeli, iyi hissetme etkisi ve aktif olmanın uzun vadeli antidepresan etkilerini açıklamada yardımcı olabilecek mekanizmalar listesine eklenmelidir.

Fiziksel aktivitenin duygusal faydaları hakkında öğrendiklerimiz göz önüne alındığında anlamlı bir etkiye sahip olması birkaç hafta sürebilen (ve bazı erken yan etkileri olabilen) antidepresanlar gibi diğer tedavilere göre bazı avantajları olabilir. Antidepresanlar, depresif bozukluklarda yaşanan olumsuz duyguları azaltmada etkili olabilse de olumlu duyguları arttırmada daha az etkili görünmektedir. Bu, fiziksel aktivitenin, diğer kanıtlanmış tedavilere ek olarak, belirtilerin ilerlemesini engellemeye yardımcı olmak için depresif bozukluğun en erken belirtisinde reçete edilmesi gerektiğini göstermektedir. Buna göre, Avustralya ve Yeni Zelanda Psikiyatristler Koleji ve İngiltere ve Gallerdeki Ulusal Sağlık ve Bakım Mükemmelliği Enstitüsü, diğer kuruluşların yanı sıra, hafif ve şiddetli depresyonun tedavisi ve yönetimi için kılavuzlarında egzersizi bir tedavi seçeneği olarak önermektedir.

Egzersiz yapmak bazen güçlü bir motivasyon gerektirir ve herkesin tercih ettiği iyileşme şekli olmayabilir. Ruh halini yönetmek, depresyonlu insanları fiziksel olarak daha aktif olmaya motive etmede kilit bir faktör olsa da, olumsuz ruh hali ve enerji eksikliği de genellikle üstesinden gelinmesi gereken engellerdir. Bu nedenle, ruh sağlığı hizmeti sağlayıcılarından yeterli destek ve izlem, fiziksel aktiviteye katılımı sağlamak için gerekli olabilir. 20 dakika gibi kısa egzersiz seanslarının faydaları olduğu gösterildiği için herhangi bir süre egzersiz yapmak hiç yapmamaktan daha iyidir ve zamanla fiziksel aktivite seviyelerini yükseltmek için küçük, artımlı adımlar bile faydalı olabilir. Depresyonlu kişiler, zevkli buldukları davranışı zamanla artırmanın ve sürdürmenin anahtarı olabilecek, yönetilebilir egzersiz biçimlerine odaklanmalıdır.

Halihazırda depresyonu olan insanlar, nispeten düşük seviyelerde fiziksel aktivite yapma eğilimindedir. Bazı ruh sağlığı uzmanları, hastalarına egzersiz reçetelemenin önünde bazı engellerin bunun nasıl yapılacağına dair eğitim eksikliğinden kaynakladığını düşünüyor. Ancak ABD Ulusal Yaşlanma Enstitüsünün ilk direktörü Robert N. Butler'ın bir keresinde belirttiği gibi: "Egzersiz bir hapın içine sığdırılabilseydi ülkedeki en yaygın şekilde reçete edilen ve en faydalı ilaç olurdu". Depresyondan etkilenen insanlara egzersizle bağlantılı çok sayıda faydayı deneyimleme fırsatı verilmesini sağlayacaksak, hasta bakımına dahil olan herkesin bunu artırmak için koordineli çabaları olmalıdır.

Akıl sağlığı üzerindeki etkileri için egzersizi kullanmakla kişisel olarak ilgileniyorsanız, 5 kilometrelik antrenman yapmak zorunda değilsiniz. Bunun yerine (örneğin) doğada kısa bir yürüyüşe çıkabilir veya bir yoga videosu ile devam edebilirsiniz. Ayrıca, daha fazla eğlence için diğer insanları veya tüylü evcil arkadaşlarınızı aktivitenize dahil etmeyi düşünün. İlk başta egzersiz yapmanın önündeki engeller yüksek görünse de faydaları hızla takip edilebilir.

Matthew Bourke, Western Ontario Üniversitesinde doktora sonrası araştırma görevlisidir. Fiziksel aktivitenin ruh sağlığı ve iyiliği üzerindeki faydalarını araştırmaktadır. 

Rhiannon Patten, Victoria Üniversitesi Sağlık ve Spor Enstitüsünde doktora sonrası araştırma görevlisidir. Çeşitli koşullardan etkilenen çok çeşitli bireylerde fiziksel aktivitenin fiziksel ve zihinsel sağlık üzerindeki etkisini inceler.

Bu yazının özgün hali Psych.co web sitesinde yayımlanmıştır. Makalenin tam haline buradan ulaşabilirsiniz.

10 Ekim 2022 Pazartesi

Beyin Taramaları Özünde Bize Ne Söyleyebilir?

Bu yazının özgün hali templeton.org web sitesinde yayımlanmıştır. Makalenin tam haline buradan ulaşabilirsiniz.

Kaynak: templeton.org

1990'da işlevsel manyetik rezonans görüntülemenin (fMRI) başlangıcından bu yana, insanlar beyin taramalarının insan zihninin, davranışlarımızın ve inançlarımızın gizemlerini çözme potansiyeline hayran kaldılar. Beyin taramalarına yönelik birçok nefes kesen uygulamalar geliştirildi ancak konu hakkındaki abartılı ifadeler çoğu zaman ampirik bilimin sunabileceklerini aşıyor. Şunu sormanın zamanı geldi: Sinirbilimin büyük resmi nedir ve beyin taramalarının sınırlılıkları nelerdir?

Scripps College'da psikoloji, veri bilimi ve sinirbilim doçenti Michael Spezio, herhangi bir araştırma çabasının özgül amaçlarının, kime sorduğunuza ve sürece hangi finansman kuruluşunun dahil olduğuna bağlı olduğunu söylüyor. Bazıları, sinirbilimin insan bilişini ve davranışını tamamen mekanik bir süreç olarak açıklama potansiyeline sahip olduğuna ve sonuçta bir “özgür irade yanılsaması” nı çürüttüğüne inanıyor. Tüm sinirbilimciler, özgür iradenin bir efsane olduğu konusunda hemfikir değil, ancak bu günlerde güçlü bir akım olduğu söylenebilir. Sinirbilimin finans, yapay zeka, silah araştırmaları ve ulusal güvenlik alanlarında da uygulamaları vardır.

Araştırmacılar ve fon sağlayıcılar için sinirbilimin özgül amacı; tıbbi görüntüleme, genetik, proteinlerin incelenmesi (proteomik) ve nöral bağlantılar (konnetomik) gibi konuları araştırmaktır. Spezio, biyolojik, nörolojik, fiziksel, sosyal ve ruhsal bireyler olarak, dikkatli düşünmek ve insanlığımızı ve kendimiz için kurduğumuz bazı tuzaklardan kurtulmanın olası yollarını anlamak için sinirbilimi kullanabiliriz, diyor. Keza, beyin taramaları, araştırmalarını maneviyat, kendindelik/mindfulness ve zihin teorisi (başkalarının davranışlarını açıklamak veya tahmin etmek için duygular, değerler, empati, inançlar, niyetler ve zihinsel durumların farkındalığı) üzerine genişletebilir.

Ortalamalar ve Nöroçeşitlilik

Gruplar üzerinden bakarak bir kişinin davranışını tahmin etmek sorunlu olabilir. Spezio, büyük insan grupları arasında beyin taramaları yapıyoruz ve genellikle ortalama bir insanın yanlış anlatısını satın alıyoruz, nöroçeşitliliği kabul etmiyoruz, diyor. Beş bin kişinin beyin taraması yapılarak tüm bu beyin görüntüleri tek bir sonuç elde etmek için bir araya getirilir. Ancak ortalama, taranan tüm kişilerin doğru bir temsili değildir. İnsanlığı tüm çeşitliliği ve zenginliğiyle anlamaya çalışırken ortalamalar üzerinden iddialarda bulunmak tehlikeli olabilir.

Yalnızca ortalamalara bakmak, insan farklılıklarını yersiz bir patolojiye dönüştürebilir.

Herhangi bir bağlamda - iş, ilişkiler, eğitim ve başka yerlerde - farklılıklar beklendiktir. Spezio, örneğin, farklı bir öğrenme stiline sahip bir çocuğun "patolojik" olarak atfedilebileceğini söylüyor.

Sol Beyinli veya Sağ Beyinli Düşünürler?

Başka bir sorun da hatalı, popüler teoriler ve fütüristik çıkarımlar oluşturmak için eski araştırmaları kullanma durumudur. Örneğin, ayrık beyin teorisi, beynin işlevlerinin ayrıldığını belirten bilimsel dogmaya dayanıyordu: Örneğin, dil sol yarıkürede ve duygular sağ yarıkürede işlemlendiği iddiası. Bu fikirler, konektomiden önce nörolojiden ortaya çıktı ve revize edildi. Araştırmalar, sağ ve sol yarımkürelerin derinden birbirine bağlı olduğunu gösteriyor. Ara bağlantısallığın kaybı, bir yarık oluştuğunda meydana gelir ve ardından her yarım küre buna uyum sağlar ve beyin daha özelleşmiş hale gelir. Bununla birlikte, Spezio, yanlış ve çürütülmüş olan bölünmüş beyin teorisinin popülerliğini koruduğunu söylüyor.

Sınıflar ve Kategoriler

Geçmişte, beyinle ilgili bazı fikirler insanları sınıflandırmak veya onları genetik, yetenek ve sınırlamalara göre - gerçek veya hayali - sıralamak için abartıldı. Sonuç, ABD, Almanya ve Sovyetler Birliğindeki tüm insan gruplarına karşı ayrımcılık oluştu. Bu tür bir ayrımcılık modası geçmiş gibi görünse de günümüzde bazı araştırmacılar otizmli kişilerin zihin teorisine sahip olma yeteneklerini sorguladılar. Spezio, araştırmanın gerçek kanıtlarla desteklenmediğini ve birçok yanlış inanç yarattığını söylüyor. Aslında otistik bireylere yönelik derin zihin teorileri mevcuttur ve çoğu otistik birey aşağılandıklarını anlayabilirler.

Evet, Yapabiliriz

Bazı kontrollü deneysel çalışmalarda, beyin bilimi bize bir kişinin ne gördüğünü veya duyduğunu söyleyebilir. Ancak taramalar, basit tasarım görevlerinin ötesinde bir kişinin değerlerini veya niyetlerini okuyamaz. Bazen beyin taramaları alışkanlıkları tahmin edebilir. Spezio, insanlara belirli bağımlılıklarla ilgili görüntüler gösterilirse araştırmacıların hangi kişilerin iyileşme sürecinde olduğunu ve hangi kişilerin bu bağımlılığı hiç yaşamadığını tahmin edebileceğini söylüyor.

Ayrıca, bir kişi belirli bir duyguyu deneyimlediğinde veya belirli bir düşünce süreciyle meşgul olduğunda beyin taramaları, beynin yerelleşmiş bölgelerindeki kan akışının ve kimyasalların görüntülerini üretebilir. Bazı araştırmacılar ve uygulayıcılar için yerelleştirmeyi anlamak perspektif sağlayabilir, nesnelliği artırabilir ve yeni yaklaşımlara ilham verebilir. Örneğin, özelikle, beynin yeni bilgileri nasıl işlediğini öğrenen eğitimciler, yeni öğretim yöntemleri geliştirdiler.

Hayır, Yapamayız

Spezio, beyin taramalarının bize bir kişinin ne düşündüğünü kesinlikle söyleyemediğini ve beyin taramalarıyla zihin okuma görüşünün abartıldığını söylüyor. Tanık ifadelerini kanıtlamak veya çürütmek için beyin taramalarını yasal bir bağlam veya hukuk dışı faaliyetlere alırsak bir kişinin ne düşündüğünü görebileceğimize inanmak tehlikelidir. Ek olarak, beyin taramaları bize bir kişinin neye değer verdiğini de söyleyemez.

Bununla birlikte, beyin bilimini resmi matematiksel modellerle birleştirebilir ve zihnin nasıl çalışabileceğini teorileştirebiliriz. Ancak matematiksel modeller olmadan beyin taramaları yanıltıcı olabilir.

Ayrıca beyin taramaları tek başına bir kişinin bir eylem için motivasyonunun özüne ulaşamaz, bu bir deneydeki basit seçimlerin ötesinde bir konudur. Yine de beyin taramaları matematiksel modellerle bir kişinin başka bir kişinin niyetini anlamak için kaç adım attığına dair fikir verebilir.

Psikolog ve sinirbilimci Russell Poldrack, "The New Mind Readers: What Neuroimageing Can and Cannot Reveal About Our Thoughts" kitabının yazarı, fMRI yalan tespiti ile ilgili bazı konularda açıklamalarda bulunuyor. Deney ekibi, araştırma için yalan söylemeleri söylenen çoğunlukla sağlıklı genç yetişkinlerle çalışıyorlar. Denekler, yalanı yıllarca prova etmiş olabilecek bir suçlu sanıkla karşılaştırıldığında bir yalanı maskeleme konusunda daha az motive olabilir. Ayrıca, nefes tutma ve baş hareketleri gibi basit karşı önlemler verileri çarpıtabilir ve değersiz hale getirebilir.

Potansiyel Uygulamalar

Gelecekte, beyin taramaları sağlık hizmetlerinde çok daha fazla kullanılabilir. Bir kişinin davranışında ani ve açıklanamayan bir değişiklik varsa ve madde kötüye kullanımı, kan testleri ve potasyum seviyeleri kontrol edildiyse, beyin taraması diğer teşhis araçlarını destekleyebilir.

Spezio, ayrıca, ailelerin destekleyici topluluklar oluşturabilmeleri ve çocukların hayata farklı bir beyin tipiyle başladıklarını anlayarak büyüyebilmeleri için nörolojik bozuklukları belirlemek için çocukların ve üç aylık bebeklerin - ebeveynlerin iznine bağlı olarak - taranabileceğini söylüyor.

Vaatler ve tehlikeler herhangi bir bilimin parçası olmaya devam edecek. Haber bültenleri “Vay be!” dedirtebilmek için yazılır ama her zaman gerçeği yansıtmazlar. Büyük ve etkileyici görünen şey, yalnızca araştırmanın bir avuç katılımcısından elde edilmiş olabilir. Bu nedenle en güncel sinirbilim keşiflerinin yüzyıllardır süren anlaşmazlıkları çözdüğü sonucuna varmadan önce varsayımlarımız ve anlamakta zorlandığımız şeyi aşırı basitleştirme eğilimimiz hakkında daha çok düşünmeliyiz.


Rosie Clandos bir bilim yazarı ve Turn on Hope Street: Stories, Faith and Neuroscience'ın yazarıdır.

Bu yazının özgün hali templeton.org web sitesinde yayımlanmıştır. Makalenin tam haline buradan ulaşabilirsiniz.

6 Eylül 2022 Salı

Yas Sürecinin Felsefi Açıdan Bir Tesellisi Olabilir mi?

1967'de iki psikiyatrist, Thomas Holmes ve Richard Rahe, farklı önemli yaşam olaylarının yıkıcılığını ölçen bir ölçek geliştirdiklerini bildirdiler. Holmes ve Rahe yüzlerce kişiden çeşitli olayları, her birinin yaşamlarında ne kadar yeniden düzenleme gerektireceğini düşündüklerine göre derecelendirmelerini istedi. En yüksek puana sahip 20 olaydan üçü, katılımcıların tanıdıklarının ölümü üzerineydi: Yakın bir arkadaşın ölümü (ölçeğe göre 37 puan), yakın bir aile üyesinin ölümü (63), ve en üst sıralarda, kişinin eşinin ölümü (100).

Ölçeğe göre diğer kayıp biçimleri ve ortalama puanları

Bu bulgular, başkalarının ölümlerine verdiğimiz yoğun tepkilerin değeri hakkında - yasın değeri hakkında - önemli felsefi soruları gündeme getiriyor. Yas şüphesiz can sıkıcıdır. Genellikle aylar olmasa da haftalarca süren çalkantılı duygular barındırır: Yasın merkezindeki üzüntü veya keder, ve bunlara eşlik eden endişe, suçluluk veya öfke gibi diğer 'olumsuz' duygular.

Gerçekten de, ilk bakışta yas, insana nerdeyse hiçbir şey kazandırmazmış gibidir. Yine de, hayatımızın yas olmadan daha iyi olacağı düşüncesi yanlış yönlendirilmiş bir düşünce gibi görünüyor. Şunu düşünelim: İnsanlar standart olarak başkalarının acı çekmesini önlemeye çalışmanın ahlaki açıdan takdire değer olduğunu varsayarlar. Yine de yas durumunda çoğumuz başka birinin acısını tamamen gidermeye çalışmak konusunda anlaşılır bir şekilde tereddüt ederiz. Yakınını kaybetmiş bir arkadaşın acısını silebilecek bir hapınız olsaydı, arkadaşınıza bu tür bir 'yas tedavisi' önermek ahlaki olarak duyarsızlık olurdu. Başkalarının acılarını hafifletmek amacıyla sıradan bir ahlaki görevimiz gibi doğrudan onların yasını azaltmaya çalışmak pek de uygulanabilir gibi görülmüyor, bu durum aslında yas ile ilişkili acıların bir şekilde bizim için değerli olduğunu gösteriyor. Bu nedenle bu acılı süreci hiç deneyimlememek, onu deneyimlemekten daha kötü görünüyor.

Yas paradoksu dediğim şeyi oluşturan bir dizi fikir, yası şu şekilde ele alır:

(1) Yas kötü hissettirir ve bu nedenle ondan kaçınılmalı veya yakınılmalıdır.

(2) Yas öyle değerlidir ki biz (ve diğerleri) ondan tamamen kaçınmamalı ve yas tuttuğumuz için minnettar olmalıyız.

Bu paradoks çözülebilir mi? (1)'i reddetmek, yasın kötü hissettirdiği iddiasını reddetmek olacaktır ki bu da inkar etmesi güçtür. Paradoksu çözmenin daha umut verici yolu, (2)'yi savunmaktır: Yasın değerli olduğunu ve bu nedenle kötü hissedilmesine rağmen yastan kaçınılmaması veya yakınılmaması gerektiğini gösterilmelidir. Böylesi bir fikri savunmak, yasın erdemini tanımlanmayı gerektiriyor.

İnsani erdemler ile ilgili sorular felsefenin alanı olsa da filozoflar diğer konulara kıyasla yas hakkında nispeten çok az şey söylemişlerdir. Filozofların söyledikleri bazen yasa karşı şaşırtıcı bir düşmanlık içinde olduklarına işaret etmektedir. Örneğin Platon, Phaedo diyaloğunda ustası Sokrates'in son anlarını anlatır. Sokrates ölümcül baldıran otu bardağını yemeye hazırlanırken, arkadaşlarını ve takipçilerini ölüm ihtimaline ağladıkları için azarlar. Sokrates, ölümünün kendisi için kötü olacağına yönelik yanlış bir inanç içinde oldukları için sevdiklerinin  yaslarının yanlış bir inancı yansıttığını söyler. Onlara, ruhunun ölümsüz olduğunu ve ölümün onun beden "hapishanesinden" kurtuluşunu temsil ettiği için ölümünün kendisi için bir fayda/erdem getireceğini belirtir.

Bakınız: Sokratesin Ölümü

Sokrates'in metafiziği bir yana, yas konusunda yanılan odur. Arkadaşları ve takipçileri, ölümünün kendisi için bir kayıp olmadığı konusunda hemfikir olabilirler, ancak üzüldükleri şey kendileri için bir kayıptır - yoldaşlarını ve öğretmenlerini kaybediyorlardır. Bu açıdan, yasın reddedilmesi, kişilerarası ilişkilerin değerine ilişkin biraz kaba bir anlayışı yansıtıyor gibi görünüyor. Seneca'nın Moral Letters to Lucilius'ta önerdiği gibi, yakın ilişki içinde olduğumuz kişiler, kaybedilen bir gömlek gibi yerine yenisini alarak değiştirebileceğiniz eşya değildir. İlişkilerimiz, yalnızca sağladıkları faydalar için değil, aynı zamanda yaşamlarımızın etrafında yönlendiği merkezi layihalar veya bağlılıklar olarak özünde de değerlidir. Nihayetinde biz insanlar başkalarının ölümlerinin bizim için ne denli önemli yitim olduğuna ve hayatımızda yeri doldurulamaz bir rol oynayanların kaybına yas tutarız.

Benim değerlendirmeme göre hayatlarımızda temel bir yeri olan kişilerin ölümlerine yas tutmamız, yastan kaçınılmaması veya yakınılmaması gerektiği fikrini savunmanın ve yas paradoksunun çözümünün anahtarıdır. Yaşamımız boyunca herkesin ölümünün yasını tutmuyoruz - nitekim, muhtemelen bu imkansızdır da. Yalnızca özdeşlik oluşturan bir ilişkiye, kendimiz ve yaşamlarımız için en önemli olanı anlamamızın merkezinde yer edinen bir ilişkiye ve sahip olduğumuz kişilerin ölümlerine üzülürüz. İster bir eşin, bir ebeveynin, bir akrabanın ya da sevilen bir siyasi veya kültürel şahsın ölümü olsun, geçmişimiz ve geleceğimiz için çok önemli olan birinin ölümü, doğal olarak yasla bağlantılı acı verici duygulara neden olacaktır. Bu ölümler bizde de bir tür kimlik bunalımını uyandırabilir. Hayatımızda yeri doldurulamaz bir rolü olan birinin ölmesi, kendimize dair bir duyguyu kaybetmemizdir. Yas tutan birçok insan, kayıplarını kimlikle ilgili terimlerle tanımlar ("Kendimden bir parçayı kaybettim") ve sanki tanıdık yaşanmış dünyaları pek mantıklı değilmiş gibi bir yönelim bozukluğu hissi bildirirler.

Roman, annesinin ölümüne yas tutamayan bir kahramana odaklanır.

Bence yas, bu kayıpları işaret eden duygusal bir durumdur. Bu, yasın öneminin bir parçasıdır. Duygularımız bize değer verdiğimiz şeyler hakkında bilgi verebilir. Korku, değer verdiğimiz şeylere yönelik olası tehditler konusunda bizi uyararak değerlerimiz hakkında bizi bilgilendirir; öfke, umursadığımız bir şeyin başka birinin haksız eylemleri nedeniyle zarar gördüğünü veya baltalandığını bize bildirir, vesaire. Yas durumunda hissettiğimiz şey, şu anda ölen kişiyle ilişkimizde neye değer verdiğimiz hakkında duygusal açıdan güçlü bir şekilde bize bildirir. Yas, o kişinin günlük yaşamımıza ne kattığını, kendi hedeflerimizi ve kararlılığımızı nasıl şekillendirdiğini ve ne gibi imrendiğimiz, takdire şayan özellikler (ve bazen kaçınmak isteyebileceğimiz daha az takdire şayan özellikler) sergilediğini anlamamızı sağlar; yaşadığımız incinme hissi, bunları fark etmemize ve üzerinde düşünmemize neden olur. Yas dönemleri, acı vericilik açısından bizim için iyi olmasa da tüm acı verici duygulardan arındırılmış bir yas sürecine kıyasla daha değerlidir çünkü duygulardan arınmış yas süreci bizi kaybettiklerimizle ilgili kritik bilgilerden mahrum bırakır. Öyleyse, yasın acıları, bize kaybı anlamak için bir araç olarak hizmet etmesi için esastır.

Yas, kaybın üstesinden gelmemizde yardım edici bir role sahiptir. Yas can sıkıcı olduğu için kaybı nasıl yaşayacağımızı anlamamız bizi motive eder. Bu, merhumla ilişkilerimizi bitirmek anlamına gelmez. Çoğu durumda, zevklerimizi ve değerlerimizi etkilemeye devam ettikleri ve başka hiçbir şey değilse bile, onlarla olan ilişkilerimiz hafızamızda devam ettiği için ölen kişiyle ilişki kurmaya devam ederiz. Elbette ilişkilerimiz eskisi gibi tamamen aynı şartlarda devam edemez. Ölen amcamızla balığa gidemeyiz, ölen bir eşle tatil planlayamayız ya da vefat etmiş eski arkadaşlarımızla üniversite günlerimizi hatırlayamayız. Yas, bu tür ilişkileri nasıl değiştireceğimiz konusunda bize bol miktarda bilgi sunar. Yine, duygularımız bize neyi önemsediğimizi ortaya çıkarır. Yas ve onunla ilişkili duygular, ileriye dönük olarak, hayatımızın nasıl olmasını istediğimiz de dahil olmak üzere kimliğimizi ve değerlerimizi sorgulamamıza olanak sağlar.

Örneğin; dul kalan kişilerin genellikle eşleriyle paylaştıkları konutta yaşamaya devam edip etmeyeceklerine karar vermesi gerekir. Böyle bir karar, kişinin neye değer verdiğini açıklığa kavuşturmayı gerektirir: Diyelim ki o yerde yaşamanın değeri, şu anda ölen eşle paylaşılan bir ev olmasına bağlı mı? Bu tür bir soru, nihayetinde, eşin bir zamanlar kişinin planlarına ve kimliğine nasıl uyduğu – ve uymaya devam edebileceği – ile ilgilidir. Paylaşılan evden uzaklaşma olasılığı konusunda suçluluk hisseden bir dul, orada yaşamaya devam etmeyi, hayatını ölen eşiyle paylaşmaya devam etme taahhüdünü içeren bir seçim olarak görebilir veya tersine; konutta kalmaktan endişe duymak, bunun farklı bir anlamı olduğunu (örneğin, belki de ilişkide bir gerilim kaynağı olduğunu) ve farklı bir karara yol açabileceğini de düşündürebilir.

Aynı şekilde, duygusal tepkiler de bizim için önemli olan kişilerin ölümünün ardından yaptığımız diğer birçok seçimi bize anımsatmaya yardımcı olabilir: Vefat eden kişinin hangi eşyalarını alıkoymalı mı ya da başkasına mı vermeli; hangi hayır kurumları merhumun mal varlığını almalı; ölen kişinin sosyal medya profillerinin silinip silinmeyeceği kararı gibi. Yas, kayıpla nasıl yaşayacağımız konusundaki seçimlerimizi bizim yerimize yapamaz. Ancak yas duyguları, bu tür seçimlerde tehlikede olan değerleri kavramamıza yardımcı olur. Üzüntü ve kayıp duyguları, ölen kişinin bu niteliklerinin ve onların bizim üzerimizde etkileri ve en çok sürdürmek istediğimiz özelliklerimizi de öne çıkarabilir.

Bu nedenle, yas sırasında maruz kaldığımız duygular, değer verdiğimiz şeyleri daha net bir şekilde ortaya çıkarır. Sonuç? Üzüldüğümüzde, kimliklerimizi yeniden şekillendirmek ve kendimizi daha iyi tanımak için - bizim için önemli olan biri artık yaşamıyorken kim olacağımızı anlamak için - bize bir araç olur. Rainer Maria Rilke'nin yazdığı üzere, başkalarının ölümleri bizi 'yaralar' ve aynı zamanda 'bizi kendimizin ve o kişinin varlığının daha mükemmel bir kavrayışına doğru yükseltir'.

Yasın elbette her tezahürü faydalı değildir. Bazen yasın acısı dayanılmaz olur (Ne yazık ki yas, intihar için bir risk faktörüdür) Yine de, yasın, kendimizi kötü hissettirmesine rağmen, genellikle kendimizi tanıma fırsatı sunduğu gerçeği, yas paradoksunun nasıl çözülebileceğini bize işaret eder. Hiç şüphe yok ki yas süreci streslidir. Ancak yas, mümkün olduğunca çabuk çözüleceğini ummamız gereken utanç verici bir durum değildir; bilakis kayba uyum sağlamak için potansiyel açıdan güçlü bir aracıdır. Nitekim biz ölümlüler, bu nedenle yas tutabildiğimiz için minnettar olmalıyız.

Michael Cholbi, Edinburgh Üniversitesinde felsefe profesörü ve kürsü başkanıdır. Etik l, pratik etik ve ölüm ile ölüm felsefesi alanlarında geniş çapta yayınları bulunmaktadır. Son kitabı Yas: Felsefi Bir Rehber (2022).

Bu yazının özgün hali Psych.co web sitesinde yayımlanmıştır. Makalenin tam haline buradan ulaşabilirsiniz.

24 Ağustos 2022 Çarşamba

Hedeflerinize Ulaşmak için İrade Gücünü Unutun Bunun Yerine Araç Kutunuzu Doldurun

Bu yazının özgün hali Psych.co web sitesinde yayımlanmıştır. Makalenin tam haline buradan ulaşabilirsiniz.

Daha sık egzersiz yapmak. Sosyal medyada daha az zaman harcamak. Partnerinize karşı daha nazik olmak. İşyerindeki zorbalıklara karşı daha dik bir duruş sergilemek. Her birimizin, hayatımızı daha iyi hale getireceğini bildiğimiz ve yapmak istediğimiz birçok kişisel değişiklik var ancak yine de ilk adımları nasıl atacağımızdan emin olmadığımız için sık sık erteliyoruz ya da biraz deniyoruz ama sonra olağan rutinlerimiz bu çabalarımızın yerini devraldıkça pes ediyoruz. Davranışları ve alışkanlıkları değiştirmek herkesin bildiği gibi zordur! Yine de bazen kalıcı değişiklikler yapabiliyor ve hedeflerimize ulaşabiliyoruz – belki siz de başaranlardansınızdır. Öyleyse fark nedir? Başarılı bir değişimi bazen nasıl elde ediyoruz? Bir sonraki sefere başarı şansımızı nasıl artırabiliriz? İşin püf noktası hem belirlediğimiz hedeflerde hem de bu hedefleri günlük hayatımızda nasıl takip ettiğimizde yatmaktadır.

Fotoğraf: Richard Drury/Getty

Bu bariz bir durum gibi gelebilir ancak ilk adımınız, ne yapmak istediğinize karar vermektir. Sağlık, mali durum, ilişkiler veya özel yaşamda yapmak istediğiniz bir değişiklik var mı? Pek çok insan, hangi hedefi izleyeceklerini bilmedikleri veya bu hedefe ulaşabileceklerine inanmadıkları için olumlu değişime yönelik çabalama zahmetine girmez. Ancak hedeflerin büyük veya yaşamı değiştiren değişiklikler olması gerekmez. Günde on dakika bir arkadaşınızla konuşmak, haftada üç kez yürüyüşe çıkmak veya yatmadan yarım saat önce teknolojik cihazların bağlantısını kesmek gibi küçük yeni davranışlar sayısız olumlu fayda sağlayabilir ve hayatınızı iyileştiren bir dalga etkisi yaratabilir.

Neyin peşinden gideceğinizi düşünürken sizin için kişisel olarak neyin önemli olduğunu ve bu konuda ne yapabileceğinizi kendinize sorun. Bir hedefe karar vermek ilk adımdır ve hedefi yazmak veya bu hedefinizi başkalarına dillendirmek, hedefe olan bağlılığınızı sağlamlaştırmanın bir sonraki adımıdır. Hedefiniz göz korkutucu geliyorsa onu daha küçük parçalara ayırın. Bu küçük hedefleri spesifik/belirgin, ölçülebilir ve yönetilebilir hale getirin: Bu gerçekçi bir şekilde elde edebileceğiniz herhangi bir şey olabilir.

Hedeflerinizi düşünürken bunların ardındaki daha geniş amacı veya motivasyonları da aklınızda bulundurun - kendiniz için istediğiniz bir şey mi yoksa diğer insanlar veya daha geniş toplum tarafından elde etmek için baskı hissettiğiniz bir şey mi? Bu tür baskılar amansız olabilir. Bu nedenle hedefiniz kişisel olarak anlamlı gelmiyorsa bu durumun sizin için artık kâfi olduğunu hissetmeden "daha fazlasını başarmaya çalışma döngüsünde" sıkışıp kalma riskiniz vardır. Öte yandan, hedefiniz kişisel olarak anlamlıysa peşinde koşmak daha kolay olacak ve ona ulaşma olasılığınız daha yüksek olacaktır.

Hedefinize ulaştıktan sonra günlük yaşamınızda onu nasıl takip edeceksiniz? Bunun için ihtiyaç duyulan şeyin irade olduğuna dair yaygın bir inanç var. Gerçekten de, ABD'de yakın zamanda yapılan bir çalışmada insanların Yeni Yıl kararlarında başarısız olmalarının ana nedenleri olarak irade eksikliği ve "tembel olmayı" gösterdiğini ortaya koymuştur. İrade gücünün o anda yarayabileceği doğrudur. Araştırmalar, insanların cezbedici şeylere karşı koymak için daha fazla çaba gösterdiğini bildirdiklerinde pes etme olasılıklarının daha düşük olduğunu gösteriyor. Ancak uzun vadede bu, bambaşka bir hikayeye dönüşüyor. 2017'de yayınlanan ve 159 katılımcıdan kendilerine dört kişisel hedef belirlemelerini ve ardından akıllı telefonlarını kullanarak bir hafta boyunca her gün deneyimledikleri arzuları ve cezbedici şeyleri (toplu olarak 2.300'den fazla) takip etmelerini istediğim bir araştırmamı inceleyin. Katılımcıların kendilerine direnmek için ne kadar özdenetim kullandıklarını... Üç ay sonra katılımcılar hedeflerine yönelik ilerleme kaydettiklerini bildirdiler. Sonuçta, daha fazla veya daha sık özdenetim kullanmalarının hedeflerine ne kadar ulaştıkları ile bir ilgisi olmadığı ortaya çıktı. Başka bir deyişle, hedeflerinize ulaşmanıza engel olan arzulara direnmek için tekrar tekrar kendi kendinizi kontrol etmenin hedefinize ulaşma yolunda yardımcı olması olası değildir.

İrade gücünü kullanmak uzun vadede yardımcı olmuyorsa bunun yerine ne yapabilirsiniz? İşe yarayabilecek birçok ipucu ve püf noktası var. 2017'deki çalışmamda, hedefe ulaşmayı öngören şey, miktar veya yoğunluk açısından daha az çatışan arzular deneyimlemekti. Bu nedenle asıl amacınız ilk etapta güçlü arzularınızı azaltmak/törpülemek olacaktır. Bunu, çevrenizi düzenleyerek yapabilirsiniz öyle ki sizi cezbeden şeyler daha az cezbedici olsun ve böylece olumlu davranışların hatırlanması ve yapılması daha kolay hale gelsin. Hedefinizin önündeki baştan çıkarıcılar için bu, onları kullanılamaz hale getirerek (Örneğin, kredi kartını evde bırakmak) veya daha az erişilebilir hale getirerek (Örneğin, çerezleri en üst rafta, gözden uzakta saklayarak) olabilir.

Ayrıca, olumsuz davranışları olumlu olanlarla değiştirmek veya baştan çıkarıcılar karşınıza çıktığında onlarla başa çıkmak için belirli bir plan yapabilirsiniz. Bu tür planlar, spesifik/belirgin durumlarla bağlantılı olduklarında en iyi sonucu verir. Örneğin; amacım Facebook'ta pasif olarak gezinmek için daha az zaman harcamaksa "Eğer..., o halde ..." planım "Sosyal medyayı kontrol etmek istersem kendime 10 dakikalık bir zamanlayıcı ayarlayacağım ve sonra zamanlayıcı çaldığında uygulamayı kapatacağım" veya "Kendimi Facebook'ta gezinirken bulursam telefonda birini ararım veya onun yerine nasıl olduklarını öğrenmek için ona kısa mesaj gönderirim."

Hatta kendinize "şimdi" yerine "daha sonra" pes etme veya "şimdi tamamen pes etme" yerine "birazcık pes etme" (Örneğin; sadece yarım çerez) veya kısa bir süre için (Örneğin; Facebook'ta beş dakika gezinme) verme şansını vaat edebilirsiniz; zaman içinde fark edeceksiniz ki "sonralar" çoğu zaman birer "asla"ya dönüşür ve biraz hoşgörü çokça hoşgörüden iyidir.

Yeni davranışlara başlamak istediğinizde kullanabileceğiniz başka stratejiler de var. Davranışı hatırlamayı ve/veya tamamlamayı kolaylaştıracak ipuçları veya hatırlatıcılar ayarlamayı deneyin. Örneğin, spor çantanızı bir gece önceden toplayın ve kanepenin ortasına bırakın ya da spor salonuna gitmeyi planladığınız belirli bir zaman için bir zamanlayıcı ayarlayın. Ayrıca, yeni bir davranışı zaten sahip olduğunuz alışkanlıklara bağlayabilirsiniz. Örneğin, sabah dişlerinizi fırçaladıktan hemen sonra (mevcut bir alışkanlık), yeni bir dil (yeni bir davranış) öğrenmek için 10 dakika ayırın. Başka bir strateji; ilk etapta davranışı neden yaptığınızı kendinize hatırlatmaktır. Tabii ki, kişisel olarak anlamlı bir hedef belirlediyseniz bunun yardımcı olması daha olasıdır - bu tür hedefler ne iyidir ki daha az arzulama ve cezbedicilik ile sonuçlanır. Bir strateji olarak; ulaşılmak istenen yeni davranışı, "koşu bandında koşarken en sevdiğiniz TV şovunu izlemek" gibi ödüllendirici bir şeyle bütünleştirin.

Gerçekten de araştırmalar, bu stratejilerin ve diğer pek çok yöntemin, şu anda baştan çıkarıcılara karşı koymada ve yapmak istemediğimiz davranışları yapmamızı sağlamada etkili olabileceğini söylüyor. Araştırmalar ayrıca aynı anda daha fazla strateji kullanmanın daha etkili olduğunu gösteriyor. Meslektaşlarım ve ben, 200'den fazla katılımcıdan gün boyunca arzularını bildirmeleri için akıllı telefonlarını kullanmalarını (toplu olarak 4.400'den fazla) ve bu stratejilerden hangilerini kullandıklarını sorduğum daha yakın tarihli başka bir çalışmaya göz atalım: kendilerini ilgili durumdan uzaklaştırmak; kendi kendilerine dikkatlerini dağıtmak; kendilerine amaçlarını hatırlatmak; daha sonra pes edebileceklerine dair kendilerine söz vermek; arzunun kendileri için neden kötü olduğunu kendilerine hatırlatmak; ve/veya irade gücü kullanmak/sadece direnmek. Tüm bu stratejilerin, kişinin o andaki arzuya teslim olmasını önlemede benzer şekilde etkili olduğunu ve hiçbir strateji kullanmamaktan çok daha etkili olduğunu gördük. Bununla birlikte, en etkili olanı, aynı anda birden fazla strateji kullanmaktı - kullanılan her ek strateji için, bir kişinin arzuya direnme olasılığı 2.3 kat daha fazlaydı.

Aynı araştırma, insanların gün boyunca ve haftanın farklı günlerinde kullandıkları stratejilerde değişkenlik olduğunu da buldu. Genel olarak, birkaç istisna dışında, bildirilen tüm stratejilerin farklı arzu türleri için benzer şekilde etkili olduğunu bulmamıza rağmen katılımcıların bu konuda kendilerine özgü sezgileri varmış gibi görünüyordu - ortalama olarak, belirli arzu çeşitlerine direnmek için belirli stratejileri kullanmayı tercih ettiler. Örneğin; kendilerine daha geniş/büyük bir amaçları olduğunu hatırlatmak, uyku arzusuna direnmek için daha sık kullanılırken, yiyecek veya içecek arzusuna direnmek için daha az sıklıkla kullanıldı. Bu, hangi stratejiyi kullandığınızın önemli olmadığı anlamına mı geliyor? Hayır, bu zorunlu değil. Bir durumda bir kişi için işe yarayan şey, bir başkası için çalışmayabilir. Bu, kişinin duygularını düzenleyebilmesi (kişinin amaçlarını gerçekleştirmek için duygusal tepkilerini kontrol etmesi, izlemesi, değerlendirmesi ve değiştirmesi) konusuna geldiğinde de gösterilmiştir ve bunun dürtüleri ve arzuları düzenlerken de doğru olması muhtemeldir. Gerçekten de araştırmalar, değişkenliğin (farklı durumlarda farklı stratejiler kullanma) ve esnekliğin (gerektiğinde stratejileri değiştirme) özellikle öz kontrol söz konusu olduğunda etkili olduğunu göstermektedir.

Pek çok stratejinin etkili olabileceği ve esnekliğin iyi olduğu düşünüldüğünde hangi stratejileri ne zaman kullanacağınızı nasıl bilebilirsiniz? Bir çalışmaya göre en iyilerinin, halihazırda yapmakta olduğunuz şeyler olabileceği ortaya çıkmıştır. Meslektaşlarım kısa süre önce bir grup katılımcılara para biriktirmek için uzmanlar tarafından onaylanmış bazı stratejiler hakkında bilgi verirken başka bir gruptan geçmişte kendileri için işe yarayan bazı tasarruf stratejilerini açıklamalarını istedikleri bir çalışmanın sonuçlarını yayınladılar. Takip eden ay boyunca, grup kendilerince etkili olan stratejilerini amaçladıklarından yaklaşık 230$ daha az harcadıklarını hatırlatırken uzman stratejilerini öğrenen grup ve (herhangi bir strateji hatırlatılmayan) kontrol grubu aslında biraz daha fazla harcadı. Birden fazla türde özdenetim çatışmasını inceleyen (Örneğin; televizyon izlemek için kanepeye oturmak ya da spor salonuna gitmek arasında karar vermek gibi) başka bir çalışmada, daha olası stratejilerin farkında olmak, herhangi bir durumda ve zamanda öz denetimi uygulamada daha fazla başarı ile ilişkiliydi. Tüm bu bulgular düşünüldüğünde, geçmişte işinize yarayan stratejilerden oluşan bir araç kutusu oluşturmanın ve bu stratejileri hatırlamanın öz kontrol konusunda yardımcı olabileceğini gösteriyor. Bu nedenle hayatınızda olumlu değişiklikler yapmak için kendinize düzenli olarak hedefler belirleyin - gelecek yeni yılı beklemek zorunda değilsiniz. Belirli bir durumda

işinize yarayan ipuçlarını ve püf noktalarını kullanın. Birkaç farklı taktik deneyin - bazıları sizin için çalışmıyorsa sorun değil! Daha geniş bir repertuara veya denenecek olası strateji haznesine sahip olmak, belirli bir durumda sizin için işe yarayan bir şey bulma ihtimalinizin daha yüksek olduğu anlamına gelir. Unutmayın, tüm bu ipuçlarına ve püf noktalarına sahip olmak, yalnızca irade güzünüze güvenmeye çalışmaktan daha faydalı olduğu barizdir.

Marina Milyavskaya, Ontario'daki Carleton Üniversitesi'nde psikoloji doçentidir. Araştırmalarında insanların günlük yaşamlarında kişisel hedefleri nasıl belirlediklerine, nasıl takip ettiklerine ve hedef arayışını ve iyi oluşlarını geliştirmek için neler yapılabileceğine odaklanmaktadır.

Bu yazının özgün hali Psych.co web sitesinde yayımlanmıştır. Makalenin tam haline buradan ulaşabilirsiniz.

19 Haziran 2022 Pazar

Bilim Bizi Özgür Bırakabilir mi?

Katolik rahip ve doğa bilimci Pierre Gassendi, tüm fiziksel fenomenlerin madde ve eylem açısından açıklanması gerektiğini iddia etti. Gassendi, atomizmi 1600'lerde modern bilime ilk getirdiğinde Tanrı'nın sonlu/sınırlı sayıda atom yarattığını, Tanrı'nın yaratılışla sürekli olarak ilahi bir ilişki sürdürdüğünü ve insanların özgür iradeye sahip olduğunu savundu. Ayrıca Gassendi, atom hareketindeki kaotik bir "öngörülemeyen sapmanın (unpredictable swerve)" özgür iradeyi açıkladığını söyledi. Gassendi ve diğer Erken Modern bilim insanları için doğa yasaları, Tanrı'nın evren üzerindeki iradesinin bir ifadesiydi ve özgür irade, Tanrı'nın insan doğasına bir armağanıydı. Atomları yöneten doğa yasaları, çelişki veya rekabet olmaksızın, Tanrı'nın amaçlı planının bir parçası olarak insanın özgür iradesiyle işbirliği içerisindeydi.

Gassendi'den iki yüzyıl sonra Pierre-Simon Laplace, Tanrı'yı bilimsel denklemden sildi, atom fiziğinden öngörülemezlik kavramını çıkardı ve özgür iradeyi yalnızca "aklın bir yanılsaması" olarak ilan etti. Özgür iradeyi bilimsel bir imkansızlık haline getiren nedensel belirlenimciliği (causal determinism) öne süren Laplace, Aydınlanmanın temel değerleri olan özgürlük ve bağımsızlığı baltalıyor görünen bilimsel bir mirası başlattı. Laplace'dan iki yüz yıl sonra bilim insanları, doğa yasalarının özgür iradeyi dışlıyor gibi görünmesini de dikkate alarak özgür iradeyi anlamak için mücadele etmeye devam ediyor.

Belirlenimciliğin Çöküşü

Özgürlükçülerin özgür iradenin bilimsel açıdan mümkünlüğüne yönelik temel itirazı, fiziksel belirlenimcilikti  (Her fiziksel olayın önceki koşulların ve değişmez doğa yasalarının zorunlu bir sonucu (necessary consequence) olduğu fikri). Deterministik bir evrende olaylar bir dizi domino gibidir. İlki harekete geçtiğinde gerisi kaçınılmaz olarak onu takip edecektir. Doğa yasaları belirlenimci ise ve evren tüm dış etkilere kapalıysa özgür iradenin ortaya çıkması doğaüstü bir mucize olurdu.
Descartes'e göre zihin ve beden:
Girdiler, duyu organları tarafından
beyindeki epifize ve oradan da
maddi olmayan ruha iletilir.

Ancak artık birçok bilim insanı, dünyanın ne nedensel olarak kapalı olduğuna ne de rastlantısallığın olmadığına inanıyor. 20. yüzyıldaki Büyük Patlama evrenbilimi, evren ötesi bazı ilk nedenlerin olasılığına izin vererek kozmik kökenler sorusunu gündeme getirdi ve Heisenberg'in belirsizlik ilkesi, temel fiziğe tahmin edilemezliği (unpredictability) geri getirdi. Belirsizlik, günümüzde fiziksel gerçekliğin çeşitli seviyelerinde yer alan bir kural olarak görülmektedir. Nörofizyolog Christof Koch'un söylediği gibi “evrenin indirgenemez biçimde rassal bir niteliği vardır. Evren bir saat mekanizması ise çarkları, yayları ve kolları İsveç yapımı değildir; yani,  önceden belirlenmiş bir yol izlemezler. Fiziksel belirlenemezcilik (Indeterminism), çok büyüklerin dünyasında olduğu kadar çok küçüklerin dünyasında da hüküm sürer.”

Robotlar mı, Yuvarlanan Zarlar mı?

Nedensel belirlenimciliğin yokluğu, özgür irade var olma olasılığına izin verirken belirlenemezlik, özgür iradenin varlığı için tek başına yeterli değildir. Gerçekten de haddinden fazlaca şans, haddinden fazlaca zorunluluk kadar özgür irade için bir sorun teşkil etmektedir. Filozof Peter Van Inwagen, bir belirli bir durumdaki etkenin/unsurun (agent) nasıl davrandığı bir şans meselesiyse o zaman “bu etkenin/unsurun özgür iradesi olduğu pek söylenemez” der.

Filozof Walter Sinnott-Armstrong'a göre "Özgürlüğü en iyi ne olmadığı ile anlayabiliriz." Peki, özgürlük şans veya zorunluluk değilse, nedir?

Nörobiyolog Björn Brembs liderlik ettiği bir grup araştırmacı, belirlenimcilik ve rastlantısallık arasındaki davranışa ilişkin orta yolu araştırmak için omurgasız canlılar üzerinde bir dizi deney gerçekleştirdiler. Amaçları, iki alternatif hipotez üzerinde karar vermek için kanıt bulmaktı:

1. Hayvanların beyinlerinin “belirlenebilir girdi/çıktı sistemleri” olduğuna yönelik robot hipotezi
2. Bireysel davranışın özünde tahmin edilemez olduğuna yönelik rastlantısal davranış hipotezi

Araştırmalarında buldukları şey bu iki alternatif de değildi, bundan ziyade “rastlantısal olmayan” ve ancak bir uyaran tarafından belirlenmeyen “kendiliğinden davranış” idi. Brembs, "bilimsel bir özgür irade konseptinin şans ve zorunluluk arasında, hem rastlantısallığı hem de kurallığı birleştiren mekanizmalarla birlikte bulunduğunu" gözlemledi. Brembs ve ekibinin üzerinde çalıştıkları omurgasız canlıların davranış değişkenliğinde buldukları bu sonuçtu.

Özgür İrade için Bir Gelecek Var mı?

Bilim insanları uzun zamandır özgür iradenin -eğer özgür irade diye bir şey varsa- gerçekte nasıl işe yarayabileceğini merak ediyorlardı.

Nörobiyolog Hans Liljenström, “bilincin ve özgür iradenin, dünyada olup bitenlerin açıklaması olarak şansa ve zorunluluğa katkıda bulunabilecek bilimsel bir gelişimi” vaat ediyor.

Ancak şu anda bilim, bilinci veya öznel benliği incelemek için uygun araçlardan yoksun gibi. Özgür iradeyi dışlayan daha önceki çalışmaların yerindeliği günümüzde sorgulanıyor. Benjamin Libet tarafından yürütülmüş olan, bilinçli niyete (kişinin açıkça takip etmeyi seçtiği bir amaç veya hedef) öncülük eden bir bilinçsiz hazırlık potansiyeli kavramını (unconscious readiness potential) ortaya koyan  deneylerin sonuçları, sonraki araştırmalarca doğrulanmadı.

Hesaplamalı sinirbilimci Uri Maoz, Libet'in özgür irade ve bilinçle ilgili bulgularını test etmek için tasarlanmış bir dizi deneyde, "hazırlık potansiyelinin kasıtlı kararlarda ya hiç olmadığını ya da en azından önemli ölçüde var olmadığını" buldu. Maoz, "özgür iradeye yönelik sinirbilim çalışmalarında hazırlık potansiyeline ilişkin ileri sürülen iddiaların ve çıkarılan sonuçların kapsamı göz önüne alındığında bulgularımız alanın bazı temel ilkelerinin yeniden incelenmesini gerektiriyor" diyor.

Bu araştırmaların ışığında Liljenström, "Özgür iradenin varlığı hakkında herhangi bir bilimsel sonuca varmak için daha fazla kanıtımız olana kadar makul görünen herhangi bir sezgisellik karşıtı hipotezden ziyade alçakgönüllü olmak ve sezgimize güvenmek akıllıca olabileceğini" söyleyerek uyarıda bulunur.

Bilim Özgürlüğü Varsayar

Özgür irade, toplumumuzdaki ahlaki düzenin temelidir. Immanuel Kant, "Bu özgürlük olmadan, hiçbir ahlaki yasa ve hiçbir ahlaki suçlama mümkün değildir" der. Özgür irade aynı zamanda varoluşsal anlam anlayışımızın temel taşıdır.

Gassendi, "Her şeyi çaresizce ve kaçınılmaz olarak yaparsak o zaman insan yaşamının nedeni yok olur" diye yazar.

Buna karşın şu anda özgür iradeyi değerlendirmek için yeterli bilimsel yollar yoksa özgür iradeyi makul bir şekilde ileri sürebilir miyiz? Kişi önce özgür iradeyi varsaymazsa bilimin hakikatini makul bir şekilde iddia edebilir mi? Fizikçi Stephen Hawking ve George Ellis'in gözlemlediği gibi, "bilim felsefemizin tamamı, kişinin herhangi bir deneyi yapmakta özgür olduğu varsayımına dayanır." Ne zaman bilim yapsak zorunlu olarak özgür iradeyi ve yukarıdan-aşağıya nedenselliği -mantıken- varsayarız.

Son kertede filozof Timothy O'Connor'a göre özgürlük, "empirik/görgül kanıtlar aracılığıyla elde ettiğimiz fikirden ziyade ortaya koymaya muktedir olduğumuz istemlerimizin arasındadır".

Yazan: Joshua Moritz

Bu yazının özgün hali İngilizce olarak Templeton Vakfının websitesinde yayımlanmıştır.

23 Mayıs 2022 Pazartesi

Terapinin Neden Terapi Odasının Dışında da Etkili Olabileceğine İlişkin Bazı Nedenler

Bu yazının özgün hali Psych.co web sitesinde yayımlanmıştır. Makalenin tam haline buradan ulaşabilirsiniz.

Photo by Yui Mok/PA Images/Getty
Fotoğraf: Yui Mok/PA Images/Getty

Sigmund Freud hastaları ile konuşurken genellikle göz teması kısıtlamalarından arınmış bir şekilde danışanının arkasına geçer ve döşemeli rahat bir koltuğa yaslanırdı. Ama danışanlarıyla çalışmayı sevdiği tek yol bu değildi. Bazı  zamanlarda Freud hastalarını Viyana'nın sokaklarına ve yeşil alanlarına götürürdü. Yan yana yürümenin bazılarının gevşemesine ve normalde olduğundan daha özgürce konuşmasına yardımcı olduğunu hissetmişti.

Bir yüzyılı hızlı ileri sardığımızda, günümüz ruh sağlığı hizmetlerine başvuran danışanlar farklı bir deneyim yaşayacaklar. Muhtemelen bir kanepede yatmaları istenmeyecek ancak terapileri neredeyse kesinlikle bir odada olacak. Mekan içinde olmanın birçok faydası var: Terapi odası mahremdir, öngörülebilirdir ve bir güvenlik veya çevreleme hissi sunabilir. Ama bu herkes için işe yaramıyor. Terapiden fayda görecek olanlardan bazıları, bu şekilde bir formatı oldukça rahatsız edici ve yüzleştirici bulduğu için terapiyi yarıda bırakmayı tercih edebiliyor. Bu kişiler için kapalı bir alanda bir terapistin karşısında oturmak son derece korkutucu, baskıcı ve kliniktir.

Uygulamalarımda terapiyi terapi odasının dışına taşımanın bazı faydalarını gördüm. Klinik psikoloji eğitimimden önce, evsiz gençlerle birkaç yıl geçirdim ve açık hava önemli bir terapötik alandı. Gençlerin çoğu başlangıçta psikolojik destek almak konusunda isteksizdi. Meslektaşlarım ve ben, desteğin nasıl olması gerektiği konusunda ön yargılı fikirlerle yaklaşmak yerine onlarla nerede buluşacağımız ve nasıl yardım edeceğimiz konusunda esnek olmamız gerektiğine karar verdik. Onlarla Birmingham sokaklarında yürürken, Göller Bölgesinde kano yaparken veya civardaki dağlara tırmanırken terapötik görüşmeler yürüttük. Daha geleneksel ortamlarda açık havaya çıktığımızda birçok genç terapi odasında görmediğimiz bir şekilde kendilerini açıldı.

Azınlık bir terapist grubu -çoğunlukla özelde çalışanlar- genellikle iç mekan terapisiyle birlikte açık havada konuşma terapisi de sunuyor. Bu dış mekanlar kırsal patikalardan, ormanlık alanlara, kent içi park veya yürüyüş yollarından doğal güzellik alanlarına ve hatta bir terapi odasının arkasındaki bahçeye kadar değişkenlik gösterebilir. Bazı terapistler ve danışanlar oturarak görüşürlerken bazıları "yürü ve konuş" formatında çalışır, bir başkaları da bahçe işleri yapma, tırmanma veya doğa yürüyüşü gibi açık hava etkinlikleriyle birleştirir. Bu oturumlarda doğa ya terapinin kendisine entegre edilebilir ya da daha pasif bir şekilde sürece bir zemin sağlayabilir. Bu tür uygulamalar yapan terapistler deneyimlerini anlattıklarında çoğu danışan için dış mekanın iç mekandaki terapiden daha etkili olmasa da aynı düzeyde etkili olduğunu bildirmiştir.

Bunun esasen neden doğru olduğuna ilişkin birçok nedeni vardır. Bir canlı tür olarak varlığımızın yüzde 99'unu avcı-toplayıcılar olarak tabii dünyanın içine dalarak geçirdik. 1984'te Amerikalı biyolog Edward O. Wilson, "biyofili" fikrini popülerleştirdi: İnsanlar sanayileşme ve kentleşme ile doğadan söküp atılmış olsa bile doğal dünya ile bağlantı kurmaya doğuştan ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyacı açıklamaya yönelik bir olasılık; açık hava terapisi iç dünyamızda derin köklere sahip cazibe ile özel bir bağ, güvenlik ve öngörülebilirlik sunması olabilir.

Sorunlar, insanlar tarafından bazen dışarıda daha az ezici şekilde hissedilebilir. Doğa, insan kusurlarımıza ve savunmasızlıklarımıza karşı kayıtsız bir konuma sahiptir ve modern yaşamın stres ve sıkıcılığının daha geniş varlığımızın yalnızca bir parçası olarak görülmesine izin verir. Bu nedenle doğa, insanları özgürleştirmek ve alternatif bakış açıları ortaya çıkarmak için eşsiz bir güce sahiptir. Bir çalışmada, yabani bakir doğada grup terapisi gören bir katılımcı, ortamın “dünyanın geri kalanından ayrılmasına ve zihnini temizlemesine” olanak sağladığını söylemiş. Bir terapist ise insanların doğada daha kolay açıldıklarını aktarmıştır. Başka bir çalışmada, danışanlar, doğal alanlar ile yeniden canlanan bir bağın kendilerine terapi bittikten sonra geri dönecekleri bir terapötik yer sağladığını anlattılar.

Birçok terapistin yakınlardaki yeşil alanlara erişimi yoktur; bunun yerine daha kentsel ortamlarda takılırlar. Doğanın yokluğunda bile yürümenin bir özgürlüğü vardır. "Yürüme ve konuşma terapisi" kullananlarla ilgili bir çalışmada bir terapist, "yürüme ve konuşma sırasında [bir danışanın] zihninin ve vücudunun bütünleştiğini, … bir şeye takılıp kaldıklarında sadece ileriye doğru yürümenin ve hareket halinde olmanın onlara yardımcı olduğunu" söylemiştir.

Yine de bu zenginlik dolu dış çevreye rağmen terapistlerin çoğu mekan içinde kalmaya devam ediyor. Bazıları konuşmalarının duyulacağından, danışan gizliliğini bozacağından, hava koşullarının rahatsız edici olabileceğinden veya terapiden kopabileceklerinden endişeleniyor. Diğerleri, danışanlar arasında geçiş yapmanın fazladan zaman almasından kaygılanıyor. Bazı terapistler açık havada terapi yapmak istemekte ancak çalıştıkları hizmetlerin kuralları gereği bunu yapmaları engellenmektedir.

Ayrıca dış mekan terapisi belirli danışanlar veya zorluklar için uygun olmayabilir. Terapistlerin “yürüme ve konuşma” terapisine ilişkin algılarını araştıran bir çalışmada, katılımcılar örneğin travmayla uğraşmanın zor olacağını bildirmişlerdir. Bir terapist şunları söylemiş: "Sokak yolunda travmalarımı işlemek istemem. Kapalı bir alanda bir ofiste oturmanın daha etik olduğunu düşünüyorum."

Bununla birlikte açık hava konuşma terapisini deneyimleyenler, bu engellerin bazılarının beklenenden daha az sorunlu olduğunu düşünmüş. Dış mekan konumunun uygun şekilde hazırlanması ve dikkatli seçilmesiyle birçok potansiyel risk azaltılabilir. Terapistler ayrıca potansiyel risklerin (yürüme esnasında başka biriyle tanışmak gibi) danışanlarıyla önceden tartışıldığı şeffaf ve sürekli bir onay sürecini önermektedir.

Danışan veya terapist dışarıya çıkmanın çok riskli veya rahatsız edici olduğunu düşünürse elbette içeride kalabilirler. Ancak dış mekan terapisi bazı danışanlara, terapistlere veya zorluklara uymadığı için bir başkaları için silinen bir seçenek olmamalıdır. Akıl sağlığı bakımından herkese uygun evrensel bir yaklaşım yoktur. Örneğin; bazı insanlar psikodinamik yaklaşımlar yerine bilişsel davranışçı terapiyi; bireysel terapiye karşın grup terapisini; dijital görüşmelere karşın yüz yüze görüşmeyi tercih edebilirler. Terapinin yerini seçmek de –içeride veya dışarıda– bundan farklı değildir.

Terapistler halihazırda birey merkezli hizmet -danışanın bireysel ihtiyaçlarına göre şekillenen bakım- sunmaktadırlar. Çoğu durumda bu uyarlama, terapinin içeriği için de gerçekleşir: Ne hakkında konuşulacağı ve nasıl yaklaşılacağı gibi. Bu konuşmanın gerçekleştiği yerin bağlamı da tartışılmalıdır çünkü terapi odasının sınırları bazı insanları yardım aramaktan tamamen alıkoyabilir. Dışarıdaki harika ortam danışan için uygun görünüyorsa terapistler Freud'un ayak izlerini takip etmekte ve terapi odasının ötesine geçmekte özgür olmalıdır.


Sam Cooley, Leicester Üniversitesinde stajyer klinik psikologdur. Spor ve egzersiz psikolojisi alanında doktora derecesine ve İngiliz Psikoloji Derneğin tarafından imtiyazlıdır. Kısa süre önce açık havada konuşma terapisi hakkında bir inceleme ve BPS kılavuzları yayınlamıştır.

8 Mayıs 2022 Pazar

Depresyonu Psikedelikler ile Tedavi Etmek: Bazı İkaz Bayrakları ve Sıkça Sorulan Sorular

❗️ Bu makalenin özgün haline Dr. Eiko Fried'ın kişisel web adresinden erişebilirsiniz (eiko-fried.com). Türkçe çevirisini web sitemde yayınlamama izin verdiği için kendisine teşekkür ederim. 

❗️ You can access the original version of this article on Dr Eiko Fried's personal website (eiko-fried.com). I thank him for allowing me to publish the Turkish translation on my website. 

Sihirli mantarların aktif maddesi olan psilosibin[EN - TR] yoluyla majör depresif bozukluğun tedavisine ilişkin yeni bir çalışma hakkında son günlerde çok fazla heyecan oluştu. Makalede ve ilgili sosyal medya gönderilerinde araştırmacılar tuhaf iddialarda bulundular. Örneğin; psikedeliklerin depresyonun yerleştiği beyinleri özgürleştirdiğini iddia ediyorlar. Bu iddialar, homeopati üzerine bir Youtube reklamından beklenebilecek ancak ciddi akademik konular üzerinde çalışan önde gelen araştırmacılardan duyulmasının beklenmeyeceği türden iddialar.

Bu iddiayı, depresyonla ve bu tür tedavilerle ilgilenen araştırmacılar ve insanlar arasındaki çok sayıda sosyal medya tartışması izledi. Tweetlerime cevaben, doğrudan deneyime sahip insanların da dahil olduğu birçok içgörülü yorumla karşılaştım. Ancak, gerçekten daha iyi bilmesi gereken psikiyatristlerin bazı şaşırtıcı ifadeleri de vardı (Örneğin; iyi bir dergide yayınlanan bu tek çalışma vardır, o halde konu kapanmıştır).

Bu nedenle bu konuyu takip ederken farkında olmanız gereken olası zorlukların bir listesini oluşturdum. Umarım bu konu listesi gazeteciler, doğrudan bunları deneyimlemiş insanlar, akademisyenler ve klinisyenler için yararlı olur. Değeri ne olursa olsun, şu konuda görüşlerimi sunabilecek nitelikte olduğumu düşünüyorum: Doktora derecemi depresyon üzerine yazdım ve 2010'dan beri depresyon üzerinde çalışıyorum ve konuyla ilgili yaklaşık 70 hakemli makalem yayımlandı. Ayrıca Leiden Üniversitesinde klinik deneyler üzerine dersler veriyorum.

Öyleyse devam edelim.

Psikedelikler majör depresif bozukluk için güvenli ve etkili tedaviler midir?


Kısa yanıt; gerçekten bilmiyoruz çünkü yeterince araştırma yok ve var olan araştırmaların birtakım büyük sorunları var. En önemlilerinden bazılarını aşağıda listeliyorum.

Kontrol Gruplarının Eksikliği

Bilimsel çalışmalar genellikle bir kontrol grubu olmayan “açık etiketli” çalışmalardır; bu aslında bir sorundur çünkü psikedeliklerin plasebodan daha iyi çalışıp çalışmadığı sorusunu yanıtsız biçimde açık bırakırlar. "Ama Eiko, plasebolar hiç yoktan iyidir, buradaki sorun ne?" Sorun şu ki zaten plaseboya sahibiz. Plasebolar ücretsizdirler ve yan etkileri yoktur. Plasebo etkisi için insanları potansiyel olarak zararlı etkileri olan psikedelik maddelere maruz bırakmaya gerek yok. Ayrıca zaten oldukça iyi çalışan tedavilerimiz var. Bu nedenle, psikedeliklerin güvenli ve etkili antidepresanlar olduğuna dair kanıt oluşturmak istiyorsak onları plasebo gruplarıyla ve nihayetinde standart tedavileri alan gruplarla karşılaştırmamız gerekir.

Körleme Eksikliği

Antidepresan olarak kullanılması hedeflenen psikedeliklerle ilgili çalışmaların bir kontrol grubu varsa katılımcılar genellikle hangi grupta olduklarını bilirler. Mikro-dozlama tekniğini kullanan çalışmalar vardır, ancak genellikle, bu çalışmalarda psikedelik deneyim, aktif terapötik bileşenin bir parçası olduğu varsayıldığında katılımcılar, bizim "körleme" olarak adlandırdığımız koşullarda değildirler. Bu iki nedenden dolayı bir sorundur.

Birincisi, kontrol grubunda olduklarına inanan insanlar tedavileri daha az etkili olarak değerlendirirler. Yani deney grubu, kontrol grubundan daha iyi işlemiyor. Çünkü deney grubu plasebo grubuna kıyasla daha iyi sonuçlar veriyor ancak kontrol grubundaki katılımcılar deney grubuna kıyasla daha olumsuz değerlendirmeler verme eğilimindeler (Plasebo grubu oluşturulduğu varsayıldığında). Kontrol gruplarındaki kişiler, kontrol grubunda olduklarını bilmeleri durumunda araştırma sürecini yarıda bırakıp terk etme olasılıkları daha yüksektir. Bu nedenle, terk oranları, insanların içinde bulundukları gruba kör bir biçimde girip girmediklerini kontrol etmenin iyi bir yoludur. 2018'de yeniden analiz ettiğimiz SMILES çalışmasında (depresyon tedavisi olarak diyete girme), kontrol grubundaki terk oranının yüksek olduğunu bulduk. Körleme ile ilgili bariz sorunlardan dolayı kontrol grubundaki terk oranı, diyet(deney) grubundakilerden 4 kat daha yüksekti.

Ne yazık ki araştırmacılar bazen körlemeyi kullanmada istekli değildirler, eğer diğer araştırmacılar, körlemenin kullanılıp kullanılmadığını sorarlarsa ve araştırmacılar da olumsuz sonuçlar buldularsa bu konuda dürüst olmazlar. Bir antidepresan olarak Ayahuasca üzerine yakın zamanda yapılan bir çalışmada, yazarlar “Çalışmamızda körlemenin yeterince sağlandığına inanıyoruz” diye belirtiyorlar. Makalenin eklerindeki materyallere baktığımızda Ayahuasca grubundaki 12 katılımcıdan 12'sinin (yani %100) Ayahuasca aldığını düşündüklerini, ancak plasebo grubundaki 14 katılımcıdan sadece 5'inin (yani %42) Ayahuasca aldıklarını varsaydıklarını görüyoruz.

Körleme eksikliğinin bir sorun olmasının ikinci bir nedeni daha vardır: Araştırmayı yürüten klinisyenler, katılımcıların hangi gruba ait katılımcılar olduğunu bilirler. Çalışma sonuçlarının genellikle bu klinisyenlerin bakış açısına dayandığını unutmayın. İnsanların içinde bulunduğu gruba kör olmadıklarında bu onların deneye ilişkin değerlendirmelerini etkileyebilir; bu nedenle deney ve kontrol grubu artık uygun şekilde karşılaştırılabilir değildir.

Çıkar Çatışması

Antidepresan ilaçlar (psikedelik maddeleri de içeren) üzerine yapılan araştırmalar genellikle ilaç endüstrisi tarafından finanse edilmektedir. Prensipte bu sorun değil, ancak endüstri destekli çalışmaların test edilen ilacın lehine sonuçlar bulma olasılığının bağımsız araştırmalardan 5 kat daha fazla olduğuna dair çok güçlü kanıtlar olduğunun farkında olmanız gerekir. Tıpta, genel olarak konuşursak, bu tür çıkar çatışmalarının olması psikolojiden daha yaygındır ve elbette araştırmacılar, örneğin, bir ilaç endüstrisine danışmanlık yapmak için fon aldıklarında en yüksek etik standartları koruyabilirler. Ancak çatışmalar o kadar yaygın ve belirgin hale geldi ki bazen bir makalenin ne kadar güvenilir olduğunu merak ediyorum. Örneğin, en yüksek itibarlı psikiyatri dergilerinden birinde yayınlanan "tedaviye dirençli depresyonda Ketamin ve Esketamin'e yönelik kanıtları sentezleyen" yakın tarihli bir "uluslararası uzman görüşü" makalesini ele alalım. Bu makalede Ketamin yoluyla depresyonu tedavi etmek için patent sahibi olmayı da içeren bazı çıkar çatışmaları beyan edilmiştir. Büyük finansal çıkarlar devreye girerse böyle bir fikir yazısının ne kadar dengeli olabileceğinden şüpheliyim.


Psikedelik literatüründeki birçok çalışmada bu tür çatışmalara rastlarsınız. Daha önce bu tür çatışmaların belirgin bir şekilde öne çıktığı alanlar hakkında yazdığım bir başka önemli 2016 Ketamin makalesi aklıma geliyor.

Dış Geçerlik

Şimdiye kadar yapılan çalışmalar genellikle çok az sayıda katılımcıya sahiptir. Bu, dış geçerlik dediğimiz bir şeyden dolayı sorunludur, yani araştırma kapsamında üzerinde çalışılan grubun verilerinin sonuçlarının, çalışmak istediğimiz genel grup üzerinde ne kadar genellenebilir olduğu sorunludur. Örneklem ne kadar küçükse genelleme yapmak o kadar güçleşir. Seçimlere ilişkin birkaç örnekle bu konuyla ilgili özel bir blog yazısı yazmıştım. Bir sonraki başkanlığı kimin kazanacağına yönelik güvenilir bir gösterge olarak 30 kişilik bir ankete güvenmezsiniz. O zaman neden 30 katılımcıyla yürütülmüş bir antidepresan çalışmasına daha fazla güvenesiniz? Aynı şey.

Bununla ilgili bir başka problem de, depresyon için psikedelik deneylere katılan kişilerin genellikle zaten psikedelikler ile ilgili öncesinde deneyimleri olan gönüllüler olmasıdır. Ancak psikedeliklerin güvenli ve etkili olduğunu önermek, çoğu durumda çoğu insan için işe yaradığını kanıtlamayı gerektirir (yine dış geçerlik sorunu) ve bunun için yeterli kanıt yoktur. "Fakat Eiko, önceki araştırmalarda katılımcıların sadece yarısı daha önce psikedelik ilaçlar kullandığını belirtti.” Evet, doğru ancak çalışmaların genellikle yasa dışı ağır uyuşturucu almanın ciddi yasal sonuçlara yol açabileceği ABD'de yapıldığını ve insanların önceden uyuşturucu kullanımını her zaman doğru olarak bildirmeyeceklerine inanmak için güçlü nedenler olduğunu unutmayın. Ayrıca, daha önce uyuşturucu deneyimleri olup olmadığını sorgulamak da alışılmadık bir durum değildir; bu da insanlara yalan söylemeleri için başka bir neden verir, çünkü potansiyel olarak hayat kurtarıcı tedaviye erişim elde etmek isterler. Yani buradaki insanlar tamamen dürüst değillerse bunu gerçekten anlarım. Ama dış geçerlik mevzubahis olduğunda bunun farkında olmamız gerekiyor.

Takip Çalışmalarının Süreleri

Araştırmalar yeni antidepresan ilaçlarını genellikle şiddetli, tedaviye dirençli depresyonu -kronik ve tekrarlayan bir hastalık- olan kişilerde test ettiklerini iddia ediyorlar. Ardından katılımcıların seyrini sadece birkaç gün veya hafta boyunca takip ediyorlar. İnsanlar bu dönemde biraz daha iyileşse bile, bu, belirtilerin kısa süreli bir azalmasından ziyade bunun bir özgün tedavi olarak işe yaradığı anlamına gelmez.

Yukarıda bahsettiğim, katılımcılarının ortalama 11 yıl boyunca depresyondan muzdarip olduğu Ayahuasca çalışmasını hatırlıyor musunuz? Çalışma 7 gün sürmüş ve sonra durdurulmuştur. Yazarlar, çalışmalarının “psikedeliklerin güvenliğini ve terapötik değerini” desteklediğini iddia etmişler. Kanser gibi başka bir şiddetli ve tekrarlayan kronik hastalığınız olsaydı ve tedavi çalışmaları için seyrinizi sadece 7 gün boyunca takip etselerdi, bu sizin için sorun olmaz mıydı?

"Ama Eiko, antidepresan tedavileri ve psikoterapi de dahil olmak üzere birçok başka çalışmada çok benzer sorunlar var". Kesinlikle. Ancak bu, ne yazık ki, psikedeliklerle ilgili çalışmaları daha güvenilir kılmaz - sadece bu tür sorunları olan belirli çalışmalar hakkında şüpheler uyandırır.

Diğer İkaz Bayrakları

Başka birçok ikaz bayrağı söz konusu. Araştırmalar, insanların ne kadar iyileştiğini görmek için genellikle birden fazla ölçüm kullanır ve ardından tedavinin en iyi sonuç verdiği ölçümleri diğerlerinin arasından seçerek raporlar veya çalışma protokolünde kayıt ettiği bir birincil sonuca sahiptiler ancak daha iyi "çalışan" bir başka sonucau gördüklerinde ona geçiş yaparlar. Endüstri sponsorluğu ile yapılan çalışmaların bu tür örüntüleri gösterme olasılığının daha yüksek olduğunu gösteren literatür var. On yıllardır yaygın olarak bilindiği halde, belirtiler ortadan kalksa bile, insanlar hala yaşam kalitesi, işlevsellikte bozulma vb. ile ilgili ciddi sorunlarla karşı karşıya kaldığında araştırmalar birincil sonuç olarak belirtilerin azaltıldığına yönelik bulgulara odaklanmaktadır. İyileşmeye ilişkin ölçüm, insanların sergiledikleri belirli belirtilere ek olarak, insanların yaşamlarının nasıl olduğuna odaklanmalıdır.

Bilim insanlarının bu gibi sorunları incelemesi zaman alıcıdır ve pek de ödüllendirici değildir. Yazarlar genellikle endüstri tarafından desteklenir ve bağımsızlıkları sorgulanabilir durumdadır. Dergiler, çıkar çatışmaları ve hakem incelemesi ile ilgili yapısal sorunlara işaret ettiği için makalelerdeki büyük kusurlar konusunda hızla savunmaya geçerler. Sonrasında eleştirel yorumlar yayınlansa bile, genellikle hak ettikleri ilgiyi görmüyorlar. Depresyonu tedavi etmek için psikedelikleri kullanmak üzerine bir gazete makalesi yazmak, bahsigeçen çalışmanın sonuçları çarpıttığını ve çoklu ölçümleme, dış geçerlik ve körleme sorunları olduğunu söyleyen bir başka yazıdan çok daha dikkat çekici. Bu yüzden bu ilaçların gerçekten işe yarayıp yaramadığı sorusu yanıtsız kalıyor.

Neyse ki bu zorlu bir iş olsa da Dr. Ioana Cristea gibi bazı kişiler bu işi yapıyor. Depresyonu tedavi etmek için eğlence amaçlı ilaçların kullanımıyla ilgili artan literatürde tanımlanmış sorunların örneklerini burada ve burada bulabilirsiniz. Ayrıca burada ve burada Ketamin'e odaklanarak birkaç kez bu konu hakkında yazılar yazdık.

Gidişat

Genel olarak konuşursak zihinsel sağlık sorunları olan kişilerin genellikle bu sorunların temelinde nedenler vardır. Depresyon açısından konuşmak gerekirse insanlar genellikle işsiz olmak ve iş bulmak için çok uğraşıp iş bulamamak gibi kaçması zor yaşam durumlarında sıkışıp kalırlar. Elbette depresyona giden birçok başka yol ve depresyona girmenin birçok yolu var. Ancak, insanlar sürdürdükleri yaşamlarından nadiren koparlar. Yaşam koşulları yeterince şiddetliyse ne kadar dirençli olursak olalım çoğumuz depresyona gireriz. Örneğin; anksiyete bozuklukları açısından iyi olmamak genellikle travmatik olayın şiddetli stres etmenlerinden önce gelir - yani, yine yaşam koşulları/durumları.

Herhangi bir ilacın bir kerelik dozunun (hatta tekrarlanan dozlarının) bu tür sorunları temelli çözebileceği fikri bana tuhaf geliyor çünkü dünya böyle yapılandırılmamış. Uyuşturucular işsizliği, engelliliği, cinsiyetçiliği, damgalamayı veya tacizci bir partneri çözemez. Savunucuları sıklıkla, ilaçların bu deneyimlerle daha iyi ilişki kurmasına yardımcı olabileceğini ve belki de bazı insanlar ve bazı problemler için bunun mümkün olduğunu ve belki de bazı psikoterapilerin bu şekilde çalıştığını söylüyorlar. Ancak psikedeliklerin bunu başardığına dair güçlü bir bilimsel kanıt yok ve bu nedenle şüpheci kalmalıyız.

Özetle, bu sonuçlar her ne kadar “sadece” bazıları için işe yarasa da her türlü tedavi seçeneğini araştırmak için gerekli olan zihinsel sağlık sorunlarına sahip insanlara/katılımcılara kesinlikle borçluyuz. Klinik psikoloji ve psikiyatride her soruna tek bir çözüm yaklaşımının pek işe yaramaması sorun değil. Katılımcılar bize bir şeyin yararlı olduğunu söylerlerse (Örneğin; pek çok kişinin rahatlamasını sağlayan tıbbi marihuananın işe yarama biçimi) bu konuda deneyimleri olan insanları dinlemeliyiz. Araştırmacılar tedavilerle ilgili olumlu deneyimleri olan klinisyenleri de kesinlikle dinlemelidir.

Ama aynı zamanda insanlar için abartılara ve heveslere karşı şüpheci olmayı da borçluyuz. İşe yarayan mevcut tedaviler var. Bunlar her zaman bizim istediğimiz kadar iyi çalışmıyorlar ama işe yarıyorlar ve yeni mucizevi ilaç tedavileri tehlikelidir çünkü daha sonra etkili ve potansiyel olarak hayat kurtarıcı bir tedavi alamayan bir kişiye uygulanabilir. Geçen yüzyılda yüzlerce büyük vaatler edilmiş mucizevi tedavileri gördük. Çok az bir kısmı bazı insanlar için oldukça iyi çalıştı. Hiçbiri herkes için inanılmaz derecede iyi çalışmadı. Psikedelikler de mucizevi bir tedavi olmayacaktır ve o yeni Nature Medicine makalesine geri dönersek: Hayır, bu ilaçlar "kemikleşmiş depresif beyninizi özgürleştirmeyecekler"[1]. Depresyon böyle bir şey değildir. Ne ilaçlar ne de insan beyni böyle çalışmıyor.


❗️ Bu makalenin özgün haline Dr. Eiko Fried'ın kişisel web adresinden erişebilirsiniz (eiko-fried.com). Türkçe çevirisini web sitemde yayınlamama izin verdiği için kendisine teşekkür ederim. 

❗️ You can access the original version of this article on Dr Eiko Fried's personal website (eiko-fried.com). I thank him for allowing me to publish the Turkish translation on my website.