Donald Winnicott - Kaynak: Wikipedia |
Aslen İngiliz bir çocuk doktoru olan Donald Winnicott (1896-1971), 20. yüzyılın ortalarında psikanalizde merkezi bir figür haline geldi. Onun bilişsel ve davranışsal ekoller haricindeki psikoterapötik kuramlar üzerindeki kalıcı etkisi, muhtemelen Sigmund Freud'unkinden sonra ikinci sıradadır. O zamanlar hakim olan Freudçu ortodoksluğa açıkça muhalefet etmemiş olsa da muğlak çalışmalarından çıkarabileceğimiz kuram, Freudyen modelle ve aslında modern psikiyatri ve bilişsel davranışçı terapi (CBT) tarafından kullanılan modellerle kökten çelişmektedir. Psikoterapötik kuram ve uygulamanın çok ötesine uzanan fikirlerinin öneminin anahtarı buradadır. Aslına bakılırsa, son yıllardaki deneyimlerim ve ruh sağlığı krizi alanındaki çalışmalarım beni Winnicott'un zihin ve onun rahatsızlıklarına yönelik bakış açısının şu günlerde her zamankinden daha önemli olduğuna ikna etti.
Winnicott'un mirası, genellikle İngiliz psikanalizinin "Orta Okulu" olarak bilinen şeyde, sahip olduğu merkezi konumla ilişkili olarak tanımlanır. Bu unvan Winnicott'a uygundur çünkü o sadece ABD ve Birleşik Krallıktaki muhalif yeni-Freudçu taraflar (sırasıyla 'Ego-psikolojisi' ve 'Kleincı' okullar) arasında değil aynı zamanda zihinsel yaşantı açısından "ben" ve "öteki" arasında da uygun bir konum bulmuştur. Freudçu zihin modelinin doğasında (hem Ego-psikologlarının hem de Kleincıların katıldığı) olan özne-nesne ikiliğinden büyük ölçüde kaçındı ve temelde bütüncül bir "ben ve öteki" kavramını benimsedi ya da en azından düzenli olarak bunu ima etti.
Winnicott'un ortodoks görüşten kaymasının ciddiyetini anlamak için, Freudçu düalist modelin arkasındaki temel felsefeyi anlamak esastır. Freud kendini her şeyden önce görgül bir bilim adamı ve psikanalizi de bilimsel bir proje olarak görüyordu. Bunu takiben, onun psişe modeli, bilimsel dünya görüşüne hakim olmaya devam eden Kartezyen-ampirist felsefede de sıkı bir şekilde yer buldu. Bu modelin en temel taahhüdü, bizden bağımsız olarak var olan nesnel, tarafsız bir dünyaya karşı, bizlerin birbirinden ayrık bireysel varlıklar olduğumuz fikridir. Bu modele göre, içsel olarak belirli süreçlerin bir kombinasyonu ve dış dünyadan gelen verilerin zihinsel olarak özümsenmesi yoluyla bizim dışımızdaki dünyayı tanır ve deneyimleriz.
Bu haliyle, zihinler, deneyim için bir ön koşuldur ve deneyimler esas olarak bilişin bir sonucudur. Örnek vermek gerekirse, bu bakış açısı diğer insanların iç dünyalarına onların zihinlerine ilişkin özgün tahminler aracılığıyla aşina olduğumuz fikrinde varlığını sürdürmektedir. Bu fikir dünyaya ilişkin deneyimlerimiz, ilişkilerimiz, bireysel olarak büyük ölçüde çevremizi nasıl algıladığımız ve bunları nasıl anlamlandırdığımız konusunda çalışan Bilişsel Davranışçı Terapinin kavramsal temelinde de yer bulur.
Freud, bu temel modeli, zamanının hakim fizyolojisi açısından ayrıntılandırdı. O temel doğamızı; bir tür içe dönük narsisizm (İd) içinde doğmuş, kendi kendine yeten bir enerji yığını olarak kavramsallaştırdı. Freud'un modeline göre zihin (Ego) gelişimi, bu enerjinin (dürtüler) dışsal ifadeleri ile dünyanın bunlara verdiği tepkiler arasındaki çatışmanın bir sonucuydu. Bu nedenle psikolojik gelişim, dış dünya tarafından yalnızca gerekli uyum açısından şekillendirilen, kendi kendini yaratan bir eylemdi. Freud, ötekinin rolünün büyük ölçüde dışsal yargılayıcı ile davranış kurallarının ve düzenlemelerinin uygulayıcısı ile sınırlı olduğunu düşündü. Aşırı basitleştirmiş olmakla birlikte buradaki temel zihnin imajı, özne-nesne boşluğunu bilişsel olarak doldurmak ve adeta iki farklı alan arasında aracı olarak hareket etmekten sorumlu bir tür içsel büyümedir.
Freud ve onu takip eden okullar, kendilik ve öteki arasındaki anlaşılır sürekliliği -bebekler, "psikotikler" ve "regrese olmuş hastalar" için ortak bir deneyim- yüzleşilmesi gereken narsist bir sanrı olarak gördüler. Winnicott, benliğin ve ötekinin sürekliliğini ciddiye alarak bu tabloyu alt üst etti. Yani, bunu birincil bir konu olarak düşündü.
Winnicott varlığımızın en temel düzeyinde bizlerin birbirinden ayrık zihinler fikri olduğu fikri yerine birer deneyimsel birim olduğu fikrine inanıyordu. Yani zihinleri olan öznelerin; kişilerarası ilişkiler alanından -benim sevdiğim adıyla "psişenin toplumsal matrisi"nden- ortaya çıktığına inanıyordu. Dolayısıyla Winnicott'a göre bizler, bir şekilde dışsal olarak birbirini anlamayı başaran ayrık ve kapalı varlıklar olmaktan ziyade birbirleriyle doğrudan temas halinde olan ve radikal biçimde birbirine açık varlıklarız.
Winnicott bu fikri muallak da olsa şu sözlerle dile getirdi: "Bebek diye bir şey yoktur... Bir bebeği betimlemeye başlarsanız, bir bebeği ve birini betimlediğinizi görürsünüz." Onun bakış açısı en çok da bir bebeğin deneyimini bebeğin ailesiyle birlikte anlamakla ilişkilidir, biz bunu genellikle böyle kabul etmesek de tüm deneyimlerin özünde bu vardır. Dünyaya ve ötekilere ilişkin deneyim, insanın bildiği ilk şeydir ve zihin -halihazırda var olan bir dualiter ayrım olmadığını için bunu yerine- bu ayrışmayı yaratmaktan bir anlamda sorumludur. Etkileyici olarak bu, Freud'un dualistik modelinin tersine çevrilmesidir.
Sonuç olarak, Winnicott'un psikopatoloji kavramı Freud'unkinden çok farklıydı. Freud, psikopatolojiyi, dünyanın içsel dürtüleri ile dışsal talepleri arasındaki çatışmalar olarak anladı: Yani, kişide yanlış giden yalnızca dış dünya tarafından tetiklenen kişinin içsel dünyasıydı. Bu temel fikir, indirgeyici psikiyatrik düşüncede ve yaygın dualiter modeli izleyen BDT'de hala çok canlı.
Buna karşın Winnicott, psikopatolojiyi öncelikle travma ya da ilişkisel alandaki eksiklik olarak anlıyordu. En önemlisi, yanlış giden şey, kendi başına bireyde değil, kişinin kendisinde ve dahil olduğu deneyimsel birimlerde (uzantı olarak, kendilerini içinde buldukları sosyokültürel çevre dahil) yer almaktır.
Winnicott ayrıca, psikolojik değişimin etkeni konusunda çarpıcı biçimde farklı bir görüşe sahipti. Onun psikoterapötik modeli gelişimseldi: Terapötik ilişkiyi ve ebeveyn-çocuk ilişkisini/ilişkilerini birbirine benzer olarak gören model. Bu nedenle, tıpkı çocuğun gelişiminin temel olarak deneyimsel birimdeki anne ile olan anlık ve içgüdüsel ilişkiye bağlı olduğunu gördüğü gibi, Winnicott için psikoterapötik değişim tamamen danışan ve terapist arasındaki ilişkiyle ilgiliydi. Bu daha sonra "tek kişilik" psikolojiden "iki kişilik" psikolojiye geçiş olarak kavramsallaştırıldı.
Freud'un dışarıdan rasyonel müdahalelere odaklandığı konularda Winnicott, bunu kişinin ne düşündüğünden veya söylediğinden çok kim olduğu ve ne yaptığıyla ilgili olan aradaki alanda meydana gelen ortak yaratıcı bir yolculuk olarak ele aldı. Playing and Reality (1971) adlı kitabında Winnicott, bu deneyimin yerini "geçiş alanı" olarak adlandırarak onun dinamik, asılsız niteliğine ve aynı zamanda bir oluş yeri olarak doğasına göndermede bulundu. Bu, hem bizim yarattığımız hem de bizi yaratan bir konum -kabul etmemiz ve çözmeye çalışmamamız gereken bir paradoks- burada formüle edilmemiş olasılıkların sabit kimliklerin yerini aldığı ve deneyimin zorunlu olarak birlikte inşa edildiği bir konum.
Bu kulağa mistik gelebilir ancak bu, onun tarif ettiğinden ziyade modern dilin sınırlamalarıyla ilgili. Aslında, çocukların oyunlarındaki ve onların hayal gücüyle aşılanmış dünyalarındaki fantezi ve gerçekliğin karışımındaki "geçişlilik" niteliğine muhtemelen aşinasınızdır. Gerçekten de, Winnicottçu psikanaliz, bu alanda tamamen "harekete geçme" üzerineydi; sabit kimliklere, rollere ve sözde özel deneyimlere yönelik iddiaların askıya alındığı bir etkileşim modu anlamında. Winnicottçu bir terapist için spontanlık ve sahici eylem, bağlantısız yorumun yerini almıştır ve terapinin amacı olarak nesnel dünyaya rasyonel uyum sağlamak yerine 'var olmaya devam etme' deneyimi öne çıkmıştır.
Winnicott'un özne-nesne ikiliğinden uzaklaşması, belki de en açık şekilde, kendimizi bu geçiş aleminden ve onun özne-nesne karışımından asla kurtaramayacağımızla ve bunu da istemeyeceğimiz konusundaki kesin inancımızla örneklendirilebiliriz. Freud ve indirgeyici psikiyatri ve BDT için, bağımsız bir dünyadaki nesnel durumların deneyimin temel gerçeği olduğuna dair temel bir varsayım vardır. Nitekim kuramsal modeller bu tablonun doğruluğu ile yükselir ve düşer.
Ancak Winnicott'un çok farklı bir vizyonu vardı. Kültürü - ve onun ürünlerini ve etkinliklerini- çocukluğun geçişimsel olgusunun uzantıları olarak ele aldı ve bu uzantıları ebeveyn olgusu ile kaynaştırarak düşüncesini geliştirdi. O hher zaman için yaşadığımız ve kanıksadığımız dünyaların kısmen kendi yapımız olduğunu düşündü. Winnicott'a göre deneyimlediğimiz dünyanın, bilimsel materyalizmin bizi inandırmak istediği gibi, soğuk, matematiksel yapılar gibi değil de ilk andan itibaren canlı, cezbedici ve psişik olarak deneyimlenebilir hissedilmesinin tek nedeni, deneyimlediğimiz dünyaların da tıpkı bizdeki gibi aynı ölçüde uzantılar oluşturmasıdır. Böylece Winnicott'un özne ve nesneye ilişkin psikolojik paradoksu, idealizm ve materyalizmin felsefi bir paradoksu haline geldi.
Bu temel görüşler artık modern tabirle ilişkisel ve öznelerarası derinlik psikoterapisi olarak bilinen şeyin merkezinde yer almaktadır. Bununla birlikte, Winnicott'un Kartezyen-ampirist modeli tersine çevirmesinin, genel olarak ruh sağlığını nasıl anladığımız ve ona nasıl yaklaştığımız konusunda daha geniş çıkarımları vardır.
Bilimsel materyalizmin dualizmi ve onun tek bireye indirgenmiş psikolojileri, şu anda fark ettiğimiz psikolojik ve sosyal hasarın çoğunda tartışmalı bir şekilde suç ortağıdır. Örneğin, psikolojik ve sosyal travmanın rolünün tarihsel olarak inkar edilmesinin büyük bir kısmının izini sürmek, Freudçu modelin neredeyse tamamen iç dünyaya odaklanmasına kadar uzanmaktadır. Sonuç olarak başkalarının ve toplumun birey üzerindeki gerçek etkisi nispeten göz ardı edilmiştir.
Aynı felsefi modeli kabul eden ancak açıklama düzeyini değiştiren modern psikiyatri de aynı derecede suçludur. Aynı şekilde işlevsiz düşünce kalıplarına ve dışarıdan uygulanan rasyonel çarelere odaklanan BDT de aynı yanlış felsefeyi izler.
Terapistler olarak ve bir bütün olarak şefkatli bir toplum olarak, Winnicott'a geri dönsek iyi ederiz: Onun psişeyi doğası gereği kişilerarası ve sosyal olarak yakından görme vizyonuna; kişilerarası travmayı merkezileştirmesine ve acımızın kökündeki eksikliğe; ve benlik ile öteki arasındaki alana dair odak noktasına yönelik derin içgörülerine. Bunu yapmak, sıkıntımızın fazlasıyla belirgin kişilerarası ve sosyokültürel belirleyicilerini daha iyi açıklayan ve bunları ele almaya yardımcı olan bir model üzerinde karar kılmamıza yardımcı olacaktır.
James Barnesis bir psikoterapist, akıl sağlığı savunucusu ve yazar. İngiltere'de Exeter'de yaşıyor.
Bu yazının özgün hali Psych.co web sitesinde yayımlanmıştır. Makalenin tam haline buradan ulaşabilirsiniz.