29 Ağustos 2023 Salı

Maymun Zihni Ehlileştirmek

Sıradan bir iş gününün sıradan bir anında bedeni biraz dinlendirmek için yaptığın işi bir kenara bırakır ve soluk almak istersin. Gel gör ki zihin yerinde durmaz. Çevresinde gördüğü, duyduğu bir şeyden veya içsel bir uyarıcının kıvılcımıyla bir düşünce meydana getirir. Sonra o düşünceden ilişkili veya ilişkisiz bir başka düşünceye zıplar, oradan da bir başkasına geçer. Bıraksanız bıkmaksızın düşünceden düşünceye akar gider. Budistler buna Maymun Zihin adını vermiş: Yerinde duramayan, kararsız, huzursuz, kaotik bir zihinsel hal. Onlara göre, maymun zihin ehlileştirilmediği sürece insanın bütüncül bir iyilik haline erişmesi mümkün değildir. Bu spontan bilinç akışı hali; genellikle odaklanmayı gerektirmeyen, zihinsel olarak "askıda kaldığımız" anlarda daha çok kendini gösterir. 

VMA Aktivasyonu

Sinirbilimde bu fenomenin karşılığı, beynin otomatik pilotu olarak da adlandırılan Varsayılan Mod Ağıdır (Default Mode Network). VMA; belirli bir göreve odaklanmadığımızda aktif olan bir grup beyin bölgesidir. Bu ağ, bir grup araştırmacının tesadüfen bir çalışmalarında keşfettikleri bir bulgudur. Çalışmaya dahil olan katılımcılardan bir süre sessizce dinlenmelerini istedikleri esnada bazı katılımcıların beyin bölgelerinde yüksek düzeyde aktivite meydana geldiğini fark etmişlerdir. VMA'nın; hayal kurma, gündüz düşü ve geçmiş deneyimleri anımsama gibi "varsayılan" olarak gün içinde deneyimlediğimiz düşünce ve bununla ilişkili davranışlarımızdan sorumlu olduğu düşünülmektedir. Bu ağ medial prefrontal korteksi, posterior singulat korteksi ve inferior pariyetal lobu içermektedir.

Bilincimizin açık olduğu her yerde ve her zamanda var olan (onmipresent) bu düşünce mekanizması bilimsel açıdan incelenmesi zor olduğu için yeterince iyi anlaşılmamıştır. Ancak VMA'nın; kişinin benliği, düşüncesi ve duyguları hakkında düşünmesi, geçmişi anımsama ve geleceği planlama gibi öz referanslı süreçlerde yer aldığı düşünülmektedir. Yani, VMA; bilişsel açıdan bir dinlenme ve gevşeme hali değil, aksine bir aktivite ve üretkenlik hali denilebilir. Bu şaşırtıcıdır çünkü bu konuya ilişkin ilk araştırmalar, beynin varsayılan durumunun enerjiyi korumak için "dinlendiği" veya "uyukladığı" düşünülüyordu.

Zihnin bu bir yandan garip bir yandan da oldukça tanıdık halini inceleyen araştırmacılara göre bu mekanizmanın temel işlevi bizim gelecekteki olası tehditlere karşı önlem almamızı sağlaması olabilir. Örneğin; Michigan Üniversitesinin Psikiyatri ve Felsefe Departmanından Prof. Dr. Chandra Sripada "yaşamımızda işler yolunda gitmediğinde onları doğru yola koyabilmenin ilk şartı, işlerin nasıl yoldan çıktığını bularak farkındalık geliştirmekten geçmektedirder. Yani, maymun zihnin karmaşasını düzenleyebilmenin yolu onun nasıl çalıştığını öğrenmekten geçiyor olabilir. 

Bu motivasyonla Sripada ve ekibi, bir çalışmasında katılımcılardan karanlık bir odada dikkat dağıtıcı herhangi bir uyaran olmadan 30 dakika boyunca oturmasını ve akıllarına ne geliyorsa yüksek sesle söylemelerini istemiş. Bu zihinsel monolog daha sonra analiz edilmiş. Sonuçlara göre, katılımcılar çoğunlukla geçmişe ilişkin değerlendirmeler, geleceğe ilişkin kestirimler ile atemporal (herhangi bir zamansallık içermeyen) türde düşünceleri zihinlerinde yer vermiş. Bu sonuca ek olarak benzer çalışmalarda gelecek hakkında düşünmenin endişe veya korku duygusu yerine genellikle daha büyük olumlu duygulara yol açtığı öne sürülmüştür. Buradan yola çıkarak, zihnin süreğen gevezeliğinin salt olumsuz bir olgu olarak ele alınmaması gerektiğini ve üzerinde daha çok çalışılması gereken bir konu olduğunu yorumlanabilir.

O Halde Maymun Zihni Nasıl "Ehlileştirebiliriz"?


Kanıta dayalı psikoterapi ekollerinden olan Bilişsel Davranışçı Terapi ve Kabul/Kararlılık Terapisi gibi yaklaşımlar maymun zihni kontrol etmenin birkaç basit ama oldukça etkili yolunu öneriyor:

1. Düşünceleri gözlemleme ve kabul etme: Düşüncelerimizi sadece izlemek, onlara müdahale etmeden, yargılamadan, kabul etmek ve geçici olduklarını anlamak, zihnin kontrolünü ele geçirmenin ilk yoludur. Bunun bir yolu da düşüncelerimiz ile kendiliğimiz/benliğimiz arasındaki mesafeyi arttırmaktır. Örneğin, eşinizle bir konuda fikir ayrılığına düştüğünüz bir an aklınıza geldi ve "Bu konuda benimle aynı fikirde olmalıydı" dediniz. Bu ve benzeri düşüncelere mesafeli yaklaşmak için "Orada benimle aynı fikirde olmasını diledim", "Orada benimle aynı fikirde olmasını istediğim düşüncesindeyim". Bir başka örnek olarak "Bu düşüncelerden kurtulamayacağım" düşüncesini ele alalım. "Bu düşüncelerden kurtulamayacağımı varsayıyorum" veya "Bu düşüncelerden kurtulamayacağıma bu aralar çok fazla inanıyorum" demek bir mesafe koyma örneğidir. Burada yaptığımız şey, özünde, düşünceyi doğrudan kabul etmek yerine onun sadece bir düşünce olduğunu kendimize hatırlatmaktır. Bir başka örneği aşağıda görebilirsiniz:

Her an ve her zaman zihin akışımızı kontrol etmeyi beklemek pek gerçekçi değildir. Maymun zihni kontrol etmenin en basit yolu bazen aslında sadece onun varlığını kabul etmektir. Yaşamda üzerinde tam bir kontrole sahip olamadığımız şeylerin olduğunu anlamak söylemesi basit ancak uygulaması zor bir kavrayıştır. Maymun zihin bize zaman zaman rahatsızlık verse de zaman zaman da yaratıcılığımızı tetikleyen, ilham arayışımıza yardımcı olan bir içses olabilir.

2. Düşünce akışını yavaşlatma: Bir düşünceden bir başkasına geçişi yavaşlatmanın veya onu kontrol edebilmenin bir diğer yolu düşünce akışını yavaşlatmaktır. Düşünceleri yavaşlatma tekniklerinden biri ise düşünceler zihnimizde meydana geldikçe senkronik şekilde bunları sesli olarak dile dökmekten geçer (Tıpçıların deyimiyle, verbalize etmek!). Düşüncelerimiz sadece iç sesimiz tarafından seslendirildiğinde oldukça akışkan, bulanık, kaotik ve karmaşık formdadır. Ancak onları sesli bir şekilde cümleye dökmek kolay değildir ve bu sayede bilinç akışımızı yavaşlatabiliriz.

3. Olumsuz düşünceleri fark etme ve değiştirme: Olumsuz düşünceleri tanımlamak, ardından bunları olumlu düşüncelere çevirmek ve bu düşünceleri tekrarlamak, zihninizi daha olumlu bir yönüne yönlendirmenin bir başka yoludur. Peki olumsuz düşünce nedir? Kabaca; aklımıza gelen kötü veya fena düşünceler mi? Hayır. Olumsuz düşünceler, aslına bakılırsa, genellikle gerçekçi olmayan, katı, kurallara dayalı, abartılı veya çarpık biçimde şekillenmiş düşünce kalıplarıdır ve bu düşüncelerin zihinsel ve duygusal sağlığımıza olumsuz etkileri olabilir. Yani; Pollyannacı şekilde abartılı iyimser düşünceler de aslında birer olumsuz düşünce örneğidir. Örneğin; "Patronun tüm azarlamaların rağmen sessiz kaldım. Ben aptalın tekiyim!", "Hiçbir sorun asla çözümsüz değildir, her şey her zaman mükemmel bir şekilde sonuçlanır ve herkes her zaman mutlu ve başarılı olur" düşünceleri birer olumsuz düşüncedir. Çünkü gerçekçi, esnek ve işlevsel değildir. Teknik açıdan detaya inmek gerekirse, birinci ifadede kişi hatalı olarak gördüğü davranışından dolayı kendisini "aptal" olarak etiketlemektedir. İkincisinde ise abartılı genellemeler ve gerçekçi olmayan bir iyimserlik vardır. Bu düşüncelerin daha gerçekçi, işlevsel ve esnek versiyonları şunlar olabilir: "Patronun azarlamasına karşı sessiz kalmak yerine kendimi savunsaydım kendimi daha iyi ifade etmiş olabilirdim. Ancak bunu beceremedim. Ancak bu beni aptal ve pısırık yapmaz. Gelecekte bu tür durumlarda kendimi ifade edebilmek için daha aktif olmak için çabalayacağım", "Her sorunun bir şekilde alternatif çözümleri geliştirebilir ancak bazen bu çözümleri bulmak zaman alır ve ulaşırken zorluklarla karşılaşabiliriz."

4. Dikkat dağıtıcıları azaltma: Günlük yaşamda teknolojik uyaranların bizleri kısa süreli, yüksek dikkat gerektiren, renkli dünyasına alıştırması nedeniyle artık dikkat becerilerimiz daha zayıf olduğu bilinen bir gerçek. Bu dikkat dağılması dolaylı olarak VMA'nın baskın hale gelmesini etkiler. O nedenle günün belirli anlarında sessiz, işitsel ve görsel uyaranların az olduğu iyileştirici ortamlar oluşturmak faydalı olacaktır. Özellikle şehir yaşamı yerine bir doğada bunu uygulamanın değeri biçilemez. bkz. Orman Banyosu

5. Topraklama egzersizleri uygulama: Maymun zihni ehlileştirmenin etkili yollarından biri de topraklama egzersizleri yapmaktır. Topraklama egzersizleri temelde bilincimizin dikkatini içsesimiz yerine çevremize veya bedenimize çekmeyi sağlar. Dini ibadetler, mantralar/zikirler, yoga, mindfulness ve nefes egzersizleri bu kategoriye giren ve bireyin dikkatini içinde bulunulan ana ve o anda orada ne varsa ona çeken çalışmalardır. Bunun en güzel uygulamalarından biri bence 5 parmak topraklama egzersizi. 5 duyu organımıza dayalı olması ve kolay uygulanabilir olması da cabası. 
👁️ Bunun için ilk olarak çevremizdeki 5 nesneye 10 saniye boyunca odaklanarak bakıyoruz  ve ne gördüğümüzü sesli şekilde ifade ediyoruz. Bu 1. parmak.
👂Ardından yine çevremizde 4 farklı ses keşfetmeye çalışıyoruz. Bu buzdolabının dipsesi veya kuşların cıvıltısı olabilir. Yine 10 saniye bu seslere odaklanıyor ve sesli şekilde duyduğumuz şeyi betimliyoruz. Bu 2. parmak.
🖐 Ardından 3 farklı dokuya dokunarak yine 10 saniye odaklanıp sesli şekilde ifade ediyoruz. Bu 3. parmak.
👃 Yine, 2 farklı nesne bulup bunları 10 saniye boyunca kokluyor ve betimliyoruz. Bu 4. parmak.
👅 Son olarak, 1 nesne bulup onun tadına bakıyor ve betimliyoruz. Veee, Bingo! 5. parmak!

Yukarıda önerdiğim tavsiyelerim tümü, bilimsel açıdan birçok kez tekrarlanarak faydalı olduğu kanıtlanmış terapötik tekniklerdir. Bunları hemen şimdi uygulamayı denesenize? İşe yarıyor mu görelim. Deneyimlerinizi de yorumlarda paylaşırsanız sevinirim. 

Daha fazla yazı yazabilme temennileriyle, sevgiler 😅

8 Mayıs 2023 Pazartesi

Bir Hologramda mı Yaşıyoruz? Neden Bu Fikir Fizikçiler için Hala Cezbedici?

Holografik evren teorisi, ilk yayınlanmasının üzerinden 25 yıl geçmesine rağmen fizikçileri hâlâ meşgul ediyor. 

Kasım 1997'de Juan Maldacena adlı genç bir fizikçi neredeyse gülünç derecede cesur bir fikir öne sürdü: Evrenin dokusu ve görünüşüne göre gerçekliğin üzerinde oynadığı zemin olan uzay-zaman bir hologramdır.

O dönemde parçacık fiziği ve yerçekimi alanlarında çalışan birçok kişi için Maldacena'nın önerisi ustaca olduğu kadar şaşırtıcıydı. New Jersey, Princeton'daki İleri Araştırmalar Enstitüsü'nden (IAS) matematiksel fizikçi Ed Witten, yayınlanmadan önce holografik evren kavramının "çok uzaklarda" olduğunu söylüyordu. "Bunu vahşi bir spekülasyon olarak tanımlardım."

Yine de bugün, 25 yıldan biraz fazla bir süre sonra, holografik evren, son birkaç on yılın en önemli buluşlarından biri olarak geniş çapta saygı görüyor. Bunun nedeni, parçacıkları ve etkileşimlerini yöneten kuantum fiziği ile kütle çekimini çarpık uzay-zamanın bir çıktısı olarak ortaya koyan genel göreliliğin uzun zamandır aranan birleşimi olan kuantum yerçekiminin gizemine çarpıyor.

O halde, tekraren, neden matematiksel bir varsayım olarak kalan ve teorik matematiksel model simüle edildiğinde bu simüle evrenin bizim evrenimize benzemeyen tuhaf bir geometriye sahip olduğu bu fikre neden bu kadar saygı duyulduğunu merak edebilirsiniz.

Görünüşe göre cevap iki yönlü: İlk olarak, holografik varsayım, parçacık fiziği ve karadeliklerdeki başka türlü çözülmesi zor olan problemlerin anlaşılmasına yardımcı olmuştur. İkincisi ve belki de daha ilgi çekici olanı, fizikçilerin sonunda holografik ilkenin içinde yaşadığımız kozmos için geçerli olduğunu gösterme girişimlerinde ilerleme kaydetmeye başlamasıdır.

Şimdilerde hala IAS'de çalışan Maldacena, kuramını geliştirirken özünde iki ayrı fizik dalından ilham almıştı. İlki, parçacıkların titreşen sicim ilmeklerinden oluştuğunu ortaya koyan sicim teorisiydi. Fikrin gelişiminin başlarında fizikçi Alexander Polyakov, bu sicimlerin üç uzamsal ve bir de zamandan oluşan tanıdık evrenimizden daha fazla boyutta var olması gerektiğini fark etti. Sicim teorisinin çoğu modern versiyonu, dört boyutlu evrenimizi tanımlamak için 10 boyut gerektiğini söyler.

İpucu: Kara Delik

Aynı dönemde Stephen Hawking, Jacob Bekenstein ve arkadaşları uzay-zamanın oldukça çarpık/büzüşük olduğu ve kütle çekiminin hiçbir şeyin çekimden kaçamayacak kadar güçlü olduğu kara deliklerde kuantum mekaniğinin oynadığı rolü anlamaya çalışıyorlardı. Evrendeki her parçacık, örneğin; enerjisi, momentumu ve konumu gibi bir miktar bilgi içerir. Hawking ve Bekenstein, uzayın belirli bir bölgesine, yani, bir kara deliğe sığrdırabileceğiniz maksimum bilgi miktarını öğrenmek istediler. Belirli bir uzay-zaman alanına giderek daha fazla parçacığın toplaşması sonucunda bir kara delik oluşacağından, soruları şu soruya eşdeğerdi: Kara deliğin bilgi içeriği nedir?

Bu iki araştırmacı, bir kara deliğin içerebileceği maksimum bilgi miktarının, hiçbir şeyin kaçamayacağı sınır olan olay ufkunun hacmiyle orantılı olacağını hayal etmişti. Bu mantıklı görünüyordu: Bir kavanoza sığdırabileceğiniz şekerleme sayısı, ağız bölgesinin açıklığının yüzey alanına değil, kavanozun hacmine bağlıdır.

Ancak Bekenstein ve Hawking, kara delikler için durumun böyle olmadığını keşfetmeleriyle şaşkınlığa uğradılar. Bu nesnelerin içerdiği bilgiler, olay ufkunun kapsadığı hacme değil, alanına bağlıydı. Her nasılsa, uzayın üç boyutlu herhangi  bir bölgesinden gelen tüm bilgi, olay ufkunun etrafındaki iki boyutlu sınıra sığabiliyordu.

Bu iki yeni içgörü -bildiğimiz evrenimizin bir anlamda 10 boyutlu sicimsi bir kozmosa eşdeğer olabileceği ve üç boyutlu bir kara deliğin içerdiği tüm bilginin onun iki boyutlu olay ufkunda yer edindiği - Maldacena'yı derinden düşündürdü. Belki de evrenimiz, tıpkı bir hologram gibi, daha az boyutlu bir tür gerçeklikten ortaya çıkıyor olabilirdi?

Holografik bir evreni gerçek kılmak için Maldacena, ikilik (the duality) kavramından yararlandı: Görünüşte farklı iki kavram arasındaki bir karşılıklılık (correspondence). Dualitenin bir tarafında nesnelerin kütle çekimini hissettiği, Anti-de-Sitter (AdS) evreni olarak adlandırılan, evrenimizin bazı tanıdık özelliklerine sahip bir uzay-zaman vardı. Diğer tarafta, yalnızca bu evrenin iki boyutlu sınırında var olan ve kütle çekimi ile hiçbir bağlantısı olmayan bir kuantum teorisi olan konformal alan teorisi (CFT) vardı. Gizemli bir şekilde, bu ikilik, kütle çekiminin bir şekilde bu iki boyutlu CFT'den üç boyutlu dünyada bir hologram olarak ortaya çıktığını ima ediyordu. Maldacena, “Bir kutu içindeki evren gibi” diyor buna. Kutunun yüzeyinde kutunun içindekilere dair her şey yazılı.

AdS alanı (Anti-de-Sitter) olarak bilinen bu teorik evren, gözlemlediğimiz evrenden farklıdır. Konuya yeni başlayanlar için bahsetmek gerekirse bu evren modelinde boş uzayda bulunan içsel enerji negatiftir, yani uzay-zaman tuhaf şekillerde bükülerek bir eyer şekli alır. Bizim evrenimizde ise bu sözde vakum enerjisinin değeri pozitiftir. Bu, evrenimizi sürekli genişleyen bir küre gibi şekillendirerek geometriyi eyer benzeri AdS alanının tam tersi yönde büker. Sonuç olarak, bizler bir de-Sitter uzayında yaşıyoruz.

Düşünce farklılıkları oluşsa da Maldacena'nın fikri, sicim teorisyenlerinin ve genel görelilik üzerinde çalışan insanların hayal gücünü aynı şekilde tetikledi. Bağımsız olarak çalışan Witten ve Polyakov'un da dahil olduğu başka bir grup, bilindiği üzere AdS/CFT ikiliğinin holografik sonuçlarını açıkça ortaya koyan makaleleri hızla takip etti. Maldacena'nın çalışması o zamandan beri fizikte en çok alıntı yapılan makalelerden biri haline geldi.

Bir Kutu İçindeki Evren

Bunun matematiksel olarak kanıtlanmış bir gerçek olmadığını düşündüğünüzde bu şaşırtıcı gelebilir. University College London'dan bir fizikçi olan Jonathan Oppenheim, "Bu ikiliğe dayalı karşılıklılık modelinin sağlam temellere dayanan birçok bölümü var" diyor. "Rlbettte, modelin daha zayıf olduğunu düşündüğüm başka bölümleri de var." Bunu göz önünde bulunduran Oppenheim, fizikçiler onun evren hakkında bize öğretecek derin bir şeyleri olduğunu iddia ettiğinde haddimizi aşabileceğimizden endişe ediyor. "Varsayımlara inanıyorsan sorun değil" diyor. "Öte yandan, eğer doğru değilse, o zaman yanlış yöne yönlendiriliyoruz."

Daha da lanetleyici görünen şey ise varsayımın hala yalnızca o tuhaf, eyer şeklindeki teorik evrende geçerli olduğu gerçeğidir. Witten, "Bu model, evrenimize doğrudan uyarlanamaz" diyor. Ancak bu eleştiri fizikçilerin bu fikri terk etmelerine yol açmadı. Bunun nedeni bu modelin büyük ölçüde daha önce çözmesi imkansız değilse de zor olan birçok gerçek dünya problemini çözmemize yardımcı olmasıydı. Witten, "Birçok şey için sahip olduğumuz en iyi model bu" diyor.

Atomaltı parçacıkları ve onların "güçlü bir şekilde birbirine bağlı" etkileşimlerini anlamanın en iyi yolu olan kuantum alan teorisindeki sorunları ele alalım; yani parçacık etkileşimleri o kadar güçlüdür ki bir parçacık sisteminin tüm davranışlarını hesaplamak için kullanılan teknikler başarısızla sonuçlanmaktadır.

Yani, evreni bir kutuya sığdırma fikrinin birçok fizik sorununun çözülmesine yardımcı olduğu görüldü. Kutunun içindeki "yığın" evren ve kutunun sınırı aynı kabul edildiğinden fizikçiler sorunu sınıra çevirebilir ve orada çözebilir. Witten, "İkilik fikri, güçlü bir şekilde birbirine bağlanmış kuantum teorisi hakkında onlarca yıldır en önemli içgörülerden biriydi. En uçtaki, cevaplaması zor olan birçok soru, topluca çok daha kolay cevaplanabilir ve bunun tersi de geçerlidir." diyor.

En önemli zaferlerden biri de kuark hapsi olarak bilinen bir sorunla ilgiliydi. Protonları ve nötronları oluşturan atom altı parçacıklar olan kuarkların var olması gerektiğini biliyoruz. Ancak her zaman küçük gruplar halinde tespit ediliyorlar, asla tek başına gözlemlenemiyorlar. 1970'lerde bunun, kuarkları kendine özgü bir şekilde bir arada tutan güçlü nükleer kuvvetin, iki kuark birbirinden uzaklaştıkça güçlenmesinden kaynaklanabileceği öne sürüldü. Artan mesafeyle artan bu çekim, onları bir lastik bant gibi birbirine doğru itme eğiliminde ve her zaman bir arada kümelenmelerine neden oluyor. Bu, bilgisayar simülasyonları tarafından büyük ölçüde doğrulandı ancak sezgisel bir düzeyde anlamlandırmak zordu.

Maldacena'nın kutu evrenin gündeme gelişiyle birlikte fizikçiler yeni bir araca sahip oldular: Bilinen kuark hapsini de gösteren, evrenimizdeki kuarkları yöneten teoriye pek çok yönden benzeyen özel bir konformal alan teorisi. Bu basitleştirilmiş teoride bile hesaplamalar karmaşıktı ancak fizikçiler ikili karşılıklılığı kullanarak sorunu daha izlenebilir, kağıt ve kalemle kolayca çözülebilecek bir şeye çevirebildiler.

AdS/CFT ikiliği başka birçok açıdan da verimli oldu. Sadece son birkaç yılda kara deliklerin muammalı doğasını ve nasıl buharlaştıklarının paradoksunu ve dolayısıyla kuantum fiziği ile genel göreliliğin uzay-zamanın bu uç bölgelerinde nasıl bir araya geldiğini anlamaya her zamankinden daha fazla yaklaşmamıza yardımcı oldu. Witten, "İkilik olmadan kesinlikle eski günlere dönmek istemezsiniz" diyor. Kuantum bilgisayarları daha güvenilir hale getirmek için AdS/CFT kullanmanın olası bir yolunu bile bulduk.

Ancak gerçek şu ki etrafımızda gördüğümüz evrenin holografik bir tanımına hâlâ ulaşmış değiliz. Denemediğimizden değil. Maldacena'nın keşfinden sadece birkaç yıl sonra Maldacena'nın kendisi de dahil olmak üzere birçok fizikçi, benzer bir holografik prensibi evrenimizin geometrisiyle daha gerçekçi bir kozmosa uygulamaya çalıştı. Sorun şu ki eyer benzeri bir evrenin garip geometrisi, ona bir sınır uygulamayı ve onu bir kutuya koymayı kolaylaştırıyor. Ancak evrenimiz sonsuz genişlediği için, etrafına bir sınır koymak o kadar kolay değil.

Bazı fizikçiler cevabın zaman ile ilişkili olduğunu düşünüyor. AdS/CFT'de zaman, ikiliğin her iki tarafında da benzer bir rol oynar: Hem yığın evrendeki kütle çekimi teorisinde hem de sınırdaki kuantum teorisinde zaman ilerler ve sistem gelişir. Uzay ve kütle çekimi, hologramlar gibi CFT sınırından ortaya çıkarken zaman ortaya çıkmaz.

Ancak genişleyen bir evrenin sınırı, zaman boyutunda sonsuzca genişlerse bu evren bir kutuya konulabilir. Eğer evrenimiz holografik olsaydı onun meydana geldiği sınır, sonsuz gelecekte var olurdu ve bu zamandan bağımsız olurdu. Her nasılsa, bu "boş" evrende deneyimlediğimiz zaman, hologramdan ortaya çıkacaktı. Belki de şaşırtıcı olmayan bir şekilde böyle akıllara durgunluk veren bir ikilik yoktur. En azından şimdilik. Kaliforniya'daki Stanford Üniversitesinden Eva Silverstein, bu konu üzerinde çalışan kişilerden biri. Onun pragmatik düşünce çizgisi, holografik bir evrenin bir tanımına zaten sahip olduğumuza göre bizimkine benzemesi için onu ne kadar manipüle edebileceğimizi görelim şeklinde.

Silverstein tanıdık eyer şeklindeki alanla başlıyor. Ancak bu özel uzayda merkeze bir kara delik yerleştiriyor. Ardından, sınırı kara deliğin olay ufkunu zar zor çevreleyene kadar yavaşça içeri doğru hareket ettiriyor. Silverstein, "Bu noktada, bununla, örneğin bir de-Sitter kara delik ufku arasındaki farkı anlayamazsınız" diyor. Sınırı, iki geometrinin ayırt edilemez olduğu bu noktaya getirdikten sonra dünyanın geometrisini ustaca deforme ederek, onu de-Sitter uzayına çevirerek sınırı kademeli olarak dışarı doğru hareket ettirebilir. Silverstein, "Bu, büyük ölçüde AdS/CFT'ye dayanan bir yaklaşım" diyor.

Bu arada Harvard Üniversitesinden Jordan Cotler daha tanıdık bir bölgeden başlıyor. Düzenli kuantum teorisinin kurallarının, bizim de-Sitter evrenimiz gibi genişleyen bir evrene gömüldüğünde nasıl değiştiğini anlamakla ilgileniyor. Sade eski kuantum mekaniğinde, üniterlik ilkesi gibi (zamanı ileri veya geri sararsanız evrenin tamamen deterministik şekilde hareket edeceğine yönelik ilke) bazı şeyleri baştan kabul ederiz. Ancak Cotler, bunun yalnızca statik bir kozmosta kesinlikle geçerli olduğunu söylüyor. De-Sitter evreninde uzay genişledikçe evrenin maksimum bilgi kapasitesini buna uygun olarak artırması gerektiğini düşünüyor. Dolayısıyla şu andaki bir kuantum durumu gelecekte herhangi bir sayıda olası konfigürasyona evrilebilir.

Cotler ve meslektaşları, de-Sitter uzayındaki bu yeni kuantum mekaniği kurallarının sonuçlarını tam olarak çözemediler ancak herkesin aradığı şeyi, bir dS/CFT karşılıklılığını geliştirmede önemli bir geçiş noktasında olduklarını düşünüyor. Cotler, "De-Sitter uzayında kuantum kütle çekimi hakkında düşünmenin benzersiz bir zorluğu, neyi hesaplamanız gerektiğinin neredeyse hiçbir zaman net olmamasıdır" diyor. "Neyi hesaplayacağınızı ve kuralların ne olması gerektiğini öğrenmelisiniz ve bu zor bir iş."

Başka yerlerde fizikçiler, de-Sitter uzayında bir ikilik bulmak için çeşitli başka yaklaşımları aktif olarak takip ediyorlar. Ancak, Witten'in de kabul ettiği gibi, çalışma "henüz kimsenin doğru AdS/CFT anolojisini bulmayı sağlayacak şekilde netleşmedi."

Pek çok kişinin buna kafa yormaya devam etmesinin nedeni, bizim evrenimiz için de geçerli olan böyle bir karşılık bulmanın, kütle çekiminin ve uzay-zamanın ortaya çıkışı hakkındaki en derin soruları yanıtlamamıza yardımcı olabilme ihtimalidir. Silverstein, "İyi haber," diyor, "ilerleme kaydediyoruz."

Kuantum Düzeltmeleri

İster inanın ister inanmayın, holografik evren fikrinin (ana hikayeye bakın) merkezinde yer alan bir model evren ile onu çevreleyen sınır arasındaki tuhaf örtüşmenin pratik sonuçları olabilir.

Kuantum fiziği yasalarından yararlanan kuantum bilgisayarlar, belirli türdeki sorunları klasik bilgisayarlardan kat kat daha verimli bir şekilde çözmeyi vaat ediyor. Yine de muazzam potansiyelleri, çok önemli bir dezavantajla baltalanabilir: Kuantum bilgi bitleri veya kübitler son derece hassastır. Çevreden gelen herhangi bir rahatsızlık, herhangi bir zamanda hesaplamaya müdahale ederek başarısız olmasına neden olabilir.

1995 yılında şu anda Massachusetts Institute of Technology'de bulunan matematikçi Peter Shor liderliğindeki bir grup, kübitlerin nasıl korunabileceğine dair ilk örneği buldu: Tek bir kübiti birçok bireysel "fiziksel" kübite kodlamak. Bir "fiziksel" kübitte bir hata meydana gelse bile, fazlalık, araştırmacıların hatayı düzeltebileceği ve bilgisayarı daha dayanıklı hale getirebileceği anlamına geliyordu.

Bu ilk öneriden bu yana bu "hata düzeltme kodlarının" sayısız başka uygulaması icat edildi. Ardından, 2014 yılında, Kaliforniya'daki Stanford Üniversitesinden Ahmed Almheiri ve iki meslektaşı, Anti-de-Sitter (AdS) uzayı adı verilen bir model evrenin sınırındaki kübitlerin, hata düzeltme kodlarının kuantum hesaplamada yaptığı gibi, iç kısımdaki şeyleri tam olarak aynı şekilde kodladığını keşfetti.

Bunun olası sonuçları, temel fizikçiler için dudak uçuklatıcıydı çünkü uzay-zamanın kendi başına bir hata düzeltici kod olabileceğini düşündürdü. Ancak içgörü, yeni hata düzeltme tekniklerine ilham vererek daha sağlam kuantum bilgisayarlara doğru ilerlemeyi de hızlandırabilir.

Bu makalenin özgün dildeki haline New Scientist Dergisinin web sitesindeki bu bağlantıdan erişilebilir.

7 Mart 2023 Salı

Bence Bulutlar

 Bence bulutların da kişiliği vardır. Öyle ki dikkatsiz gözlere, sığ kalplere sıradan gelseler de hiçbiri birbirine benzemez, biriciktirler. Kimi duygusaldır, kimi ise kaskatı. Bırakın kişiliklerinin birbirlerine benzemesini, kimileri gün geçtikçe kendilerini tanıyamayacak kadar değişir, günü günlerini tutmaz. Çünkü bulutların duyguları da vardır. Kimi günler oldukça sakin ve huzurluyken bazı günler öyle duygusal öyle sulu gözlüdürler ki bizi de duygulandırır, gözyaşlarına boğarlar. Bazen öyle öfkelidirler ki koca koca adamları, kadınları bile bir haykırışla ürkütebilirler. Ama en öfkeli zamanlarında bile aslında çok merhametlidirler. Evet, evet. Her ne kadar biz insanlar, onların çok konuştuğu zamanlarda onlardan korksak da çekinsek de aslında onlarsız da olamayız. Nitekim pek ortalıkta görünmedikleri, ufkun köşelerine çekildikleri kurak yaz ikindilerinde ve o sessiz gecelerde gözlerimiz onları arar. Keşke gelseler de bize yine öyle kızsalar diye. Ama bir kere de düşünmeyiz neden bize kızdılar diye...


Bulutların da suretleri vardır. Kimisi bir at yelesi gibi zarifken kimi koca mantar kafalıdır. Kimi dalga dalga dalganırken kimi de kütük gibidir. Kimi kara kuru bir tipken kimi pamuk gibi bembeyaz ve zariftir, kimisi de al al, sedef sedef. Kiminin içi dışı birdir, kimi ise güneşe bile sırrını vermez. Ama hiçbirinin güzeli çirkini, boduru sırığı yoktur, çünkü hepsi biriciktir.  

Bulutların da sevdiği mekanlar ve zamanlar vardır. İsteseler yeryüzünün köşe bucağını gezerler ama illa ki bir mesken tutmayı daha çok severler. Kimileri deniz kenarlarında günleri gün ederlerken kimileri dağ yamaçlarının eşiklerinden bir adım aşağı adım atmazlar. Kimi de öyle gezgindir ki yerdenizin öte berisini her yıl bir turlamadan duramaz. Kimi kendini pek göstermez: Sedefi, Yalpası, Kalvini. Kimileri bildiğin kış kartalıdır, kimisi de yaz düşkünü, bahar aşığı.

Bulutların da zayıflıkları vardır. Mesela hepsi de ölümlüdür. Bir gün yok olup gideceklerini bile bile nefes alırlar, nefes verirler. Kimi koca koca ayazlara dayanır da güneşin bir gülüşüyle, rüzgarın esintili bir ayartmasıyla dağılıverir. Kimi kendi kendini yiyerek bitirir, kimi bir ötekiyle kafa kafaya daima atışarak. Öyle ya, kimi zarif gelir zarif gider bu dünyadan, kimi de gürültüsüyle patırtısıyla, kimi de haşmetiyle. Hatta dediklerine göre başka seyyarelerde öyle görkemliler varmış ki içlerinde gram su bulundurmaz, koca manyetik meteoritleri sırtlarında taşır, yıl boyu hiç durmayan fırtınalar oluşturur ama bir o kadar da kötü kokarlarmış.

İlginçtir ki bunca görkeme rağmen bulutların da yaşamlarını sürdürmek için ihtiyaçları vardır. Mesela bulutlar toz zerrelerine ihtiyaç duyarmış, onlar olmazsa yağmurlaşamaz ve öylece gökyüzünde kala kalırlarmış. Mesela vasat bir bulutçuk kümesi bile 500 tondan daha ağır olabildiği için basınç stresine girmeden form oluşturamaz, havada asılı kalamaz veya oradan oraya gezinemezlermiş

Bulutlar yerdenizlilere benzediği kadar onlardan farklıdırlar da. Mesela insanlar çok trajikomiktir; o küçük kalplerinde yumak yumak duyguları tuttukça tutarlar, o küçük zihin bulutlarında da bilmem hangi geceden kalma puslu düşüncelerde kaybolurlar da bir türlü söyleyemezler, anlatamazlar. Sonra da düğümlenir de düğümlenirler. Bulutlar da içlerinde tutsalar da doğru zamanı geldiğinde dile döküverirler. Çünkü dobradırlar, e biraz da nobrandırlar.

Bulutlar da severler. Hem de saatlerce ve bazen de günlerce gözyaşı dökerek. Hatta bir tanesi vardır ki dillere dolanmıştır. Öyle sevdalanmıştır ki yerin ve göğün en temizi olan o henüz çocuk yüreklimizin peşini bırakmazcasına dolanıp durmuştur. Bulutlar sevdikleri kadar sevilirler de. Hem de en Yüce tarafından. Eğer ki sevilmenin en büyük manifestosu olduğu gibi var olabilmek, olmaya devam edebilmekse evrende ışıktan sonraki belki ilk varlıklar, formlardır bulutlar. Onlar öyle bulutsular ki içlerinde hiçbir zaman göremeyeceğimiz uzlarda yüzmekte olan ahterlerden seyyarelere, burçlardan kometlere neler taşımışlardır neler.

Yanisi, bence bulutları sevmeliyiz, her zamankinden daha çok belki de. Çünkü, çünkü bulutlar artık bize küsüyorlar, göğe çekiliyor, uzaklaşıyorlar. Artık biz onlardan değil onlar bizden korkuyorlar ve biliyorum ki insan korkusu ağır fırtınalı bir sağanak yağmurdan bile çok daha beterdir.