7 Mart 2023 Salı

Bence Bulutlar

 Bence bulutların da kişiliği vardır. Öyle ki dikkatsiz gözlere, sığ kalplere sıradan gelseler de hiçbiri birbirine benzemez, biriciktirler. Kimi duygusaldır, kimi ise kaskatı. Bırakın kişiliklerinin birbirlerine benzemesini, kimileri gün geçtikçe kendilerini tanıyamayacak kadar değişir, günü günlerini tutmaz. Çünkü bulutların duyguları da vardır. Kimi günler oldukça sakin ve huzurluyken bazı günler öyle duygusal öyle sulu gözlüdürler ki bizi de duygulandırır, gözyaşlarına boğarlar. Bazen öyle öfkelidirler ki koca koca adamları, kadınları bile bir haykırışla ürkütebilirler. Ama en öfkeli zamanlarında bile aslında çok merhametlidirler. Evet, evet. Her ne kadar biz insanlar, onların çok konuştuğu zamanlarda onlardan korksak da çekinsek de aslında onlarsız da olamayız. Nitekim pek ortalıkta görünmedikleri, ufkun köşelerine çekildikleri kurak yaz ikindilerinde ve o sessiz gecelerde gözlerimiz onları arar. Keşke gelseler de bize yine öyle kızsalar diye. Ama bir kere de düşünmeyiz neden bize kızdılar diye...


Bulutların da suretleri vardır. Kimisi bir at yelesi gibi zarifken kimi koca mantar kafalıdır. Kimi dalga dalga dalganırken kimi de kütük gibidir. Kimi kara kuru bir tipken kimi pamuk gibi bembeyaz ve zariftir, kimisi de al al, sedef sedef. Kiminin içi dışı birdir, kimi ise güneşe bile sırrını vermez. Ama hiçbirinin güzeli çirkini, boduru sırığı yoktur, çünkü hepsi biriciktir.  

Bulutların da sevdiği mekanlar ve zamanlar vardır. İsteseler yeryüzünün köşe bucağını gezerler ama illa ki bir mesken tutmayı daha çok severler. Kimileri deniz kenarlarında günleri gün ederlerken kimileri dağ yamaçlarının eşiklerinden bir adım aşağı adım atmazlar. Kimi de öyle gezgindir ki yerdenizin öte berisini her yıl bir turlamadan duramaz. Kimi kendini pek göstermez: Sedefi, Yalpası, Kalvini. Kimileri bildiğin kış kartalıdır, kimisi de yaz düşkünü, bahar aşığı.

Bulutların da zayıflıkları vardır. Mesela hepsi de ölümlüdür. Bir gün yok olup gideceklerini bile bile nefes alırlar, nefes verirler. Kimi koca koca ayazlara dayanır da güneşin bir gülüşüyle, rüzgarın esintili bir ayartmasıyla dağılıverir. Kimi kendi kendini yiyerek bitirir, kimi bir ötekiyle kafa kafaya daima atışarak. Öyle ya, kimi zarif gelir zarif gider bu dünyadan, kimi de gürültüsüyle patırtısıyla, kimi de haşmetiyle. Hatta dediklerine göre başka seyyarelerde öyle görkemliler varmış ki içlerinde gram su bulundurmaz, koca manyetik meteoritleri sırtlarında taşır, yıl boyu hiç durmayan fırtınalar oluşturur ama bir o kadar da kötü kokarlarmış.

İlginçtir ki bunca görkeme rağmen bulutların da yaşamlarını sürdürmek için ihtiyaçları vardır. Mesela bulutlar toz zerrelerine ihtiyaç duyarmış, onlar olmazsa yağmurlaşamaz ve öylece gökyüzünde kala kalırlarmış. Mesela vasat bir bulutçuk kümesi bile 500 tondan daha ağır olabildiği için basınç stresine girmeden form oluşturamaz, havada asılı kalamaz veya oradan oraya gezinemezlermiş

Bulutlar yerdenizlilere benzediği kadar onlardan farklıdırlar da. Mesela insanlar çok trajikomiktir; o küçük kalplerinde yumak yumak duyguları tuttukça tutarlar, o küçük zihin bulutlarında da bilmem hangi geceden kalma puslu düşüncelerde kaybolurlar da bir türlü söyleyemezler, anlatamazlar. Sonra da düğümlenir de düğümlenirler. Bulutlar da içlerinde tutsalar da doğru zamanı geldiğinde dile döküverirler. Çünkü dobradırlar, e biraz da nobrandırlar.

Bulutlar da severler. Hem de saatlerce ve bazen de günlerce gözyaşı dökerek. Hatta bir tanesi vardır ki dillere dolanmıştır. Öyle sevdalanmıştır ki yerin ve göğün en temizi olan o henüz çocuk yüreklimizin peşini bırakmazcasına dolanıp durmuştur. Bulutlar sevdikleri kadar sevilirler de. Hem de en Yüce tarafından. Eğer ki sevilmenin en büyük manifestosu olduğu gibi var olabilmek, olmaya devam edebilmekse evrende ışıktan sonraki belki ilk varlıklar, formlardır bulutlar. Onlar öyle bulutsular ki içlerinde hiçbir zaman göremeyeceğimiz uzlarda yüzmekte olan necmlerden seyyarelere, burçlardan kometlere neler taşımışlardır neler.

Hasılı, bence bulutları çok sevmeliyiz, her zamankinden daha çok belki de. Çünkü, çünkü bulutlar artık bize küsüyorlar, göğe çekiliyor, uzaklaşıyorlar. Artık biz onlardan değil onlar bizden korkuyorlar ve biliyorum ki insan korkusu ağır fırtınalı bir sağanak yağmurdan bile çok daha beterdir. 


1 Mart 2023 Çarşamba

Gözlerim Serin Olsun

Yakın çekimde develerin gözü
İslam öncesi Arabistan'a kısa bir yolculuğa çıkalım. Yaşamlarının büyük bir kısmını çöllerde geçiren Araplar bir yerden bir yere gitmek için develerden yararlanırdı. İnsandan farklı olarak develer öylesine çöl yaşamına adapte olmuş canlılardır ki büyük kum fırtınalarında bile gözlerimi kapatma gereksinimi duymazlar zira göz bebeklerini koruyan özel bir şeffaf koruyucu zar vardır. Öte yandan insanlarda ise böyle bir anatomik yapı yoktur. Rüzgarda savrulan kum tanecikleri bir süre sonra o kadar sert şekilde uçuşur ki ya gözlerinizi tamamen kapatmananız ya da kısmen kısmanız gerekir. Ancak gözlerinizi kapatırsanız yönünüzü kaybedersiniz. Eğer açık tutarsanız da gözleriniz zamanla kum tanecikleri nedeniyle kanlanıp kızarır. Böylesi bir durumda eğer bedeviler fırtınadan korunmak için uygun bir sığınak veya mağara bulabilirlerse şiirsel bir ifadeyle "Gözlerim nihayet soğudu/serinledi!" yani "qorrata 'ainayya" derlermiş.

Gözlerin soğuması ifadesinin Arap halkının günlük konuşmasındaki bir başka kullanımı da "sevinçten/mutluluktan gözlerin yaşlanması"dır. Örneğin, uzun bir süredir görmediğiniz bir dostunuzu gördüğünüzde "Seni gördüğüme çok mutlu oldum - gözlerim soğudu/serinledi" denirmiş. Hatta bu ifadenin zıddına karşılık olarak bir Arabın bir başkasına söyleyebileceği en kötü küfürlerden biri "Allah onun gözlerini kızdırsın" yani  "adkhanallahu 'ainahu" idi. "En kötü türden keder, üzüntü ve çökkünlüğe maruz kalsın veya keder gözyaşları döksün" demek gibi. Bir başka örnek olarak kavmine zarar veren birisini öldürmesi için görevlendirilen ve aynı zamanda şair olan bir Arabın sözleri verilebilir. Bir kum tepesinin üzerinde düşmanını öldürmek için pusu kuran suikastçi şair o uzun bekleyişler esnasında şiir yazarmış: "Kabilemin gözleri kızgın kalacak ta ki hançerim onun kanıyla ısınana kadar". Tam karşılığı olmasa da bu deyimsel fiadeleri Türkçedeki "yüreği yanmak/dağlanmak" veya "yüreği soğumak" deyimleri ile benzeştirdim.

Gözlerin soğuması ifadesi ilginçtir ki Kutsal Kitap Kuran'da da birden fazla yerde yukarıda bahsettiğim her iki anlamı da kapsayan şekilde kullanılmaktadır. Furkan Suresinin 74. ayetinde "qurrata a’yun" ifadesi yer alır. Bu, Türkçe meallerde "göz aydınlığı" diye çevrilmiş. Ancak bu, yukarıda bahsettiğim anlamların derinliğini maalesef yansıtmıyor. İngilizce versiyonda ise daha uygun bir çeviri var: 

" وَالَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّق۪ينَ اِمَامًا"

"…and those who say:  O, our Master, grant us from our spouses and our children the coolness of eyes and make us leaders over those who are righteous, pious, and fearful" - 25:74

Aynı ifade Kuranda Firavunun karısı Asiye'nin saraya uzanan nehirde Musa bebeği bulduktan sonra Firavuna söylediği bir cümlede daha geçmektedir:

"وَقَالَتِ امْرَأَتُ فِرْعَوْنَ قُرَّتُ عَيْنٍ لِّي وَلَكَ ۖ لَا تَقْتُلُوهُ عَسَىٰ أَن يَنفَعَنَا أَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ" 

"And the wife of Pharaoh said, "[He may become] the coolness of my eyes and yours. Do not kill him; perhaps he may benefit us, or we may adopt him as a son." And they perceived not." -28:9

Şu bir gerçek ki ister metropol insanı olsun ister köylü, insan türü olarak geçim, eğitim veya herhangi bir neden ile vaktimizin çoğunu metaforik açıdan büyüklü küçüklü fırtınalarla dolu bir dünyada geçiriyoruz. Gün sonunda da bir sığınağımız olan evlerimize dönmeyi ve biraz da olsa ferahlamayı, gözlerimizin serinlemesini arzuluyoruz. Umulur ki ailelerimizi bize hüzün veren, gözlerimizi kızdıran bir kaynak olarak görmek yerine sığınağımız, gözlerimize serinlik veren bir kaynak olarak görürüz.

17 Kasım 2022 Perşembe

Winnicott'a Göre "Psişe" İçimizde Değil Aramızda

Bu yazının özgün hali Psych.co web sitesinde yayımlanmıştır. Makalenin tam haline buradan ulaşabilirsiniz.

Donald Winnicott - Kaynak: Wikipedia

Aslen İngiliz bir çocuk doktoru olan Donald Winnicott (1896-1971), 20. yüzyılın ortalarında psikanalizde merkezi bir figür haline geldi. Onun  bilişsel ve davranışsal ekoller haricindeki psikoterapötik kuramlar üzerindeki kalıcı etkisi, muhtemelen Sigmund Freud'unkinden sonra ikinci sıradadır. O zamanlar hakim olan Freudçu ortodoksluğa açıkça muhalefet etmemiş olsa da muğlak çalışmalarından çıkarabileceğimiz kuram, Freudyen modelle ve aslında modern psikiyatri ve bilişsel davranışçı terapi (CBT) tarafından kullanılan modellerle kökten çelişmektedir. Psikoterapötik kuram ve uygulamanın çok ötesine uzanan fikirlerinin öneminin anahtarı buradadır. Aslına bakılırsa, son yıllardaki deneyimlerim ve ruh sağlığı krizi alanındaki çalışmalarım beni Winnicott'un zihin ve onun rahatsızlıklarına yönelik bakış açısının şu günlerde her zamankinden daha önemli olduğuna ikna etti.

Winnicott'un mirası, genellikle İngiliz psikanalizinin "Orta Okulu" olarak bilinen şeyde, sahip olduğu merkezi konumla ilişkili olarak tanımlanır. Bu unvan Winnicott'a uygundur çünkü o sadece ABD ve Birleşik Krallıktaki muhalif yeni-Freudçu taraflar (sırasıyla 'Ego-psikolojisi' ve 'Kleincı' okullar) arasında değil aynı zamanda zihinsel yaşantı açısından "ben" ve "öteki" arasında da uygun bir konum bulmuştur. Freudçu zihin modelinin doğasında (hem Ego-psikologlarının hem de Kleincıların katıldığı) olan özne-nesne ikiliğinden büyük ölçüde kaçındı ve temelde bütüncül bir "ben ve öteki" kavramını benimsedi ya da en azından düzenli olarak bunu ima etti.

Winnicott'un ortodoks görüşten kaymasının ciddiyetini anlamak için, Freudçu düalist modelin arkasındaki temel felsefeyi anlamak esastır. Freud kendini her şeyden önce görgül bir bilim adamı ve psikanalizi de bilimsel bir proje olarak görüyordu. Bunu takiben, onun psişe modeli, bilimsel dünya görüşüne hakim olmaya devam eden Kartezyen-ampirist felsefede de sıkı bir şekilde yer buldu. Bu modelin en temel taahhüdü, bizden bağımsız olarak var olan nesnel, tarafsız bir dünyaya karşı, bizlerin birbirinden ayrık bireysel varlıklar olduğumuz fikridir. Bu modele göre, içsel olarak belirli süreçlerin bir kombinasyonu ve dış dünyadan gelen verilerin zihinsel olarak özümsenmesi yoluyla bizim dışımızdaki dünyayı tanır ve deneyimleriz.

Bu haliyle, zihinler, deneyim için bir ön koşuldur ve deneyimler esas olarak bilişin bir sonucudur. Örnek vermek gerekirse, bu bakış açısı diğer insanların iç dünyalarına onların zihinlerine ilişkin özgün tahminler aracılığıyla aşina olduğumuz fikrinde varlığını sürdürmektedir. Bu fikir dünyaya ilişkin deneyimlerimiz, ilişkilerimiz, bireysel olarak büyük ölçüde çevremizi nasıl algıladığımız ve bunları nasıl anlamlandırdığımız konusunda çalışan Bilişsel Davranışçı Terapinin kavramsal temelinde de yer bulur.

Freud, bu temel modeli, zamanının hakim fizyolojisi açısından ayrıntılandırdı. O temel doğamızı; bir tür içe dönük narsisizm (İd) içinde doğmuş, kendi kendine yeten bir enerji yığını olarak kavramsallaştırdı. Freud'un modeline göre zihin (Ego) gelişimi, bu enerjinin (dürtüler) dışsal ifadeleri ile dünyanın bunlara verdiği tepkiler arasındaki çatışmanın bir sonucuydu. Bu nedenle psikolojik gelişim, dış dünya tarafından yalnızca gerekli uyum açısından şekillendirilen, kendi kendini yaratan bir eylemdi. Freud, ötekinin rolünün büyük ölçüde dışsal yargılayıcı ile davranış kurallarının ve düzenlemelerinin uygulayıcısı ile sınırlı olduğunu düşündü. Aşırı basitleştirmiş olmakla birlikte buradaki temel zihnin imajı, özne-nesne boşluğunu bilişsel olarak doldurmak ve adeta iki farklı alan arasında aracı olarak hareket etmekten sorumlu bir tür içsel büyümedir.

Freud ve onu takip eden okullar, kendilik ve öteki arasındaki anlaşılır sürekliliği -bebekler, "psikotikler" ve "regrese olmuş hastalar" için ortak bir deneyim- yüzleşilmesi gereken narsist bir sanrı olarak gördüler. Winnicott, benliğin ve ötekinin sürekliliğini ciddiye alarak bu tabloyu alt üst etti. Yani, bunu birincil bir konu olarak düşündü.

Winnicott varlığımızın en temel düzeyinde bizlerin birbirinden ayrık zihinler fikri olduğu fikri yerine birer deneyimsel birim olduğu fikrine inanıyordu. Yani zihinleri olan öznelerin; kişilerarası ilişkiler alanından -benim sevdiğim adıyla "psişenin toplumsal matrisi"nden- ortaya çıktığına inanıyordu. Dolayısıyla Winnicott'a göre bizler, bir şekilde dışsal olarak birbirini anlamayı başaran ayrık ve kapalı varlıklar olmaktan ziyade birbirleriyle doğrudan temas halinde olan ve radikal biçimde birbirine açık varlıklarız.

Winnicott bu fikri muallak da olsa şu sözlerle dile getirdi: "Bebek diye bir şey yoktur... Bir bebeği betimlemeye başlarsanız, bir bebeği ve birini betimlediğinizi görürsünüz." Onun bakış açısı en çok da bir bebeğin deneyimini bebeğin ailesiyle birlikte anlamakla ilişkilidir, biz bunu genellikle böyle kabul etmesek de tüm deneyimlerin özünde bu vardır. Dünyaya ve ötekilere ilişkin deneyim, insanın bildiği ilk şeydir ve zihin -halihazırda var olan bir dualiter ayrım olmadığını için bunu yerine- bu ayrışmayı yaratmaktan bir anlamda sorumludur. Etkileyici olarak bu, Freud'un dualistik modelinin tersine çevrilmesidir.

Sonuç olarak, Winnicott'un psikopatoloji kavramı Freud'unkinden çok farklıydı. Freud, psikopatolojiyi, dünyanın içsel dürtüleri ile dışsal talepleri arasındaki çatışmalar olarak anladı: Yani, kişide yanlış giden yalnızca dış dünya tarafından tetiklenen kişinin içsel dünyasıydı. Bu temel fikir, indirgeyici psikiyatrik düşüncede ve yaygın dualiter modeli izleyen BDT'de hala çok canlı.

Buna karşın Winnicott, psikopatolojiyi öncelikle travma ya da ilişkisel alandaki eksiklik olarak anlıyordu. En önemlisi, yanlış giden şey, kendi başına bireyde değil, kişinin kendisinde ve dahil olduğu deneyimsel birimlerde (uzantı olarak, kendilerini içinde buldukları sosyokültürel çevre dahil) yer almaktır.

Winnicott ayrıca, psikolojik değişimin etkeni konusunda çarpıcı biçimde farklı bir görüşe sahipti. Onun psikoterapötik modeli gelişimseldi: Terapötik ilişkiyi ve ebeveyn-çocuk ilişkisini/ilişkilerini birbirine benzer olarak gören model. Bu nedenle, tıpkı çocuğun gelişiminin temel olarak deneyimsel birimdeki anne ile olan anlık ve içgüdüsel ilişkiye bağlı olduğunu gördüğü gibi, Winnicott için psikoterapötik değişim tamamen danışan ve terapist arasındaki ilişkiyle ilgiliydi. Bu daha sonra "tek kişilik" psikolojiden "iki kişilik" psikolojiye geçiş olarak kavramsallaştırıldı.

Freud'un dışarıdan rasyonel müdahalelere odaklandığı konularda Winnicott, bunu kişinin ne düşündüğünden veya söylediğinden çok kim olduğu ve ne yaptığıyla ilgili olan aradaki alanda meydana gelen ortak yaratıcı bir yolculuk olarak ele aldı. Playing and Reality (1971) adlı kitabında Winnicott, bu deneyimin yerini "geçiş alanı" olarak adlandırarak onun dinamik, asılsız niteliğine ve aynı zamanda bir oluş yeri olarak doğasına göndermede bulundu. Bu, hem bizim yarattığımız hem de bizi yaratan bir konum -kabul etmemiz ve çözmeye çalışmamamız gereken bir paradoks- burada formüle edilmemiş olasılıkların sabit kimliklerin yerini aldığı ve deneyimin zorunlu olarak birlikte inşa edildiği bir konum.

Bu kulağa mistik gelebilir ancak bu, onun tarif ettiğinden ziyade modern dilin sınırlamalarıyla ilgili. Aslında, çocukların oyunlarındaki ve onların hayal gücüyle aşılanmış dünyalarındaki fantezi ve gerçekliğin karışımındaki "geçişlilik" niteliğine muhtemelen aşinasınızdır. Gerçekten de, Winnicottçu psikanaliz, bu alanda tamamen "harekete geçme" üzerineydi; sabit kimliklere, rollere ve sözde özel deneyimlere yönelik iddiaların askıya alındığı bir etkileşim modu anlamında. Winnicottçu bir terapist için spontanlık ve sahici eylem, bağlantısız yorumun yerini almıştır ve terapinin amacı olarak nesnel dünyaya rasyonel uyum sağlamak yerine 'var olmaya devam etme' deneyimi öne çıkmıştır.

Winnicott'un özne-nesne ikiliğinden uzaklaşması, belki de en açık şekilde, kendimizi bu geçiş aleminden ve onun özne-nesne karışımından asla kurtaramayacağımızla ve bunu da istemeyeceğimiz konusundaki kesin inancımızla örneklendirilebiliriz. Freud ve indirgeyici psikiyatri ve BDT için, bağımsız bir dünyadaki nesnel durumların deneyimin temel gerçeği olduğuna dair temel bir varsayım vardır. Nitekim kuramsal modeller bu tablonun doğruluğu ile yükselir ve düşer.

Ancak Winnicott'un çok farklı bir vizyonu vardı. Kültürü - ve onun ürünlerini ve etkinliklerini- çocukluğun geçişimsel olgusunun uzantıları olarak ele aldı ve bu uzantıları ebeveyn olgusu ile kaynaştırarak düşüncesini geliştirdi. O hher zaman için yaşadığımız ve kanıksadığımız dünyaların kısmen kendi yapımız olduğunu düşündü. Winnicott'a göre deneyimlediğimiz dünyanın, bilimsel materyalizmin bizi inandırmak istediği gibi, soğuk, matematiksel yapılar gibi değil de ilk andan itibaren canlı, cezbedici ve psişik olarak deneyimlenebilir hissedilmesinin tek nedeni, deneyimlediğimiz dünyaların da tıpkı bizdeki gibi aynı ölçüde uzantılar oluşturmasıdır. Böylece Winnicott'un özne ve nesneye ilişkin psikolojik paradoksu, idealizm ve materyalizmin felsefi bir paradoksu haline geldi.

Bu temel görüşler artık modern tabirle ilişkisel ve öznelerarası derinlik psikoterapisi olarak bilinen şeyin merkezinde yer almaktadır. Bununla birlikte, Winnicott'un Kartezyen-ampirist modeli tersine çevirmesinin, genel olarak ruh sağlığını nasıl anladığımız ve ona nasıl yaklaştığımız konusunda daha geniş çıkarımları vardır.

Bilimsel materyalizmin dualizmi ve onun tek bireye indirgenmiş psikolojileri, şu anda fark ettiğimiz psikolojik ve sosyal hasarın çoğunda tartışmalı bir şekilde suç ortağıdır. Örneğin, psikolojik ve sosyal travmanın rolünün tarihsel olarak inkar edilmesinin büyük bir kısmının izini sürmek, Freudçu modelin neredeyse tamamen iç dünyaya odaklanmasına kadar uzanmaktadır. Sonuç olarak başkalarının ve toplumun birey üzerindeki gerçek etkisi nispeten göz ardı edilmiştir.

Aynı felsefi modeli kabul eden ancak açıklama düzeyini değiştiren modern psikiyatri de aynı derecede suçludur. Aynı şekilde işlevsiz düşünce kalıplarına ve dışarıdan uygulanan rasyonel çarelere odaklanan BDT de aynı yanlış felsefeyi izler.

Terapistler olarak ve bir bütün olarak şefkatli bir toplum olarak, Winnicott'a geri dönsek iyi ederiz: Onun psişeyi doğası gereği kişilerarası ve sosyal olarak yakından görme vizyonuna; kişilerarası travmayı merkezileştirmesine ve acımızın kökündeki eksikliğe; ve benlik ile öteki arasındaki alana dair odak noktasına yönelik derin içgörülerine. Bunu yapmak, sıkıntımızın fazlasıyla belirgin kişilerarası ve sosyokültürel belirleyicilerini daha iyi açıklayan ve bunları ele almaya yardımcı olan bir model üzerinde karar kılmamıza yardımcı olacaktır. 

James Barnesis bir psikoterapist, akıl sağlığı savunucusu ve yazar. İngiltere'de Exeter'de yaşıyor.

Bu yazının özgün hali Psych.co web sitesinde yayımlanmıştır. Makalenin tam haline buradan ulaşabilirsiniz.