26 Nisan 2024 Cuma

Neden Şerrin İçinde Hayrı (Gümüş Astarları) Ararız?

Valentina Photos / Shutterstock

Eleanor Porter'ın 1913 tarihli romanı Pollyanna, insan ruhunun derinliklerine kök salmış bir şeye değiniyordu. Hikayede, kahraman trajik bir şekilde öksüz kalır ve huysuz bir teyzesinin yanına gönderilir, ancak yine de o kadar iyimser bir bakış açısına sahiptir ki etrafındaki herkes ondan etkilenir. Hikaye ilk yayınlandığında okuyucular tarafından o kadar sevildi ki Amerika Birleşik Devletleri'nin her yerinde Pollyanna'nın şükran listeleri hazırlama uygulamasına özenen "Şükran Kulüpleri" ortaya çıkmıştı.

Bir asırdan fazla bir süre sonra Pollyanna, aşırı derecede, hatta aptalca bir iyimserliğe sahip, kendi koşullarından ve dünyadaki acı ve ıstıraplardan habersiz birinin kısaltması haline geldi. Günümüzde birine Pollyanna demek ona hakaret etmek gibidir. Ancak zorlukların ortasında umut ve mutluluk arayışı, kalıcı bir insani özelliği. Birçoğumuz yenilgi veya felaketle karşı karşıya kaldığımızda koşullarımızı yumuşatmaya yardımcı olabilecek parlak ayrıntıya, yani gümüş astarlara, ulaşmaya çalışırız.

Bu içgüdünün nörobiyolojimize gömülü olabileceği ortaya çıktı. Ulusal Bilimler Akademisi Bildiriler Kitabında (PNAS) yakın zamanda yayınlanan bir makaleye göre, birisi acı ve acıya umutsuzluk yerine iyimserlikle tepki verdiğinde, beynin varsayılan ağında, hafıza, hayal gücü ve öznel yorumları içeren görevlerden sorumlu olan farklı bir aktivite sergiliyor.

PNAS çalışmasının yazarları, gerçek hayattaki bir bakıcının yaşayabileceği türden bir senaryoyu (bakıcının ilgilendiği bir hastasının acısını ikinci elden deneyimlemesi) laboratuvarda simüle etmeye çalıştı. Bir bakıcının sevdiklerinin veya hastalarının sıkıntılarına nasıl tepki vereceği, her ikisinin de ruh sağlığını önemli ölçüde etkileyebilir. Araştırmacılar, 40 bakıcıya kistik fibroz hastalarının hastalık deneyimlerini anlattıkları videolarını izlettiler. Ardından onların sinirsel tepkilerini ölçtüler ve her videodan hatırlayabildikleri her şeyi yazmalarını istediler.

Hastaların çektiği acılarda olumlu bir gelişme olduğunu görenler, izlemenin hemen ardından olumsuz yanıt verenlere göre beyin dalgalarında daha geniş bir örüntü çeşitliliği gösterdi. Yazarlar, bu olağandışı bilişsel kalıpların, insanların olumsuz tepkilerini hafızaya kodlanmadan önce "geri almalarına" yardımcı olabileceğini, ancak bu tür süreçlerin bilinçli farkındalık seviyesinin altında gerçekleşebileceğini öne sürüyor.

Yazarlar, bulguların, olumlu duygunun daha geniş bir fikir yelpazesine ve potansiyel eylem yollarına yol açtığını, olumsuz duygunun ise kişinin dikkat ve düşünme kapsamının daralmasına yol açtığını savunan uzun süredir devam eden pozitif psikoloji teorisiyle uyumlu olduğunu yazıyor. Bu; olumlu duyguların "genişlet ve inşa et" kuramı olarak adlandırılıyor ve giderek artan ampirik kanıtlarla destekleniyor.

Elbette negatif duygunun da bir değeri var: Değişime yol açan motivasyon için bir kaynak olma.

Psikologların olumsuz bir tepkiyi "geri alma" sürecine verdikleri bir diğer isim de "bilişsel yeniden değerlendirme"dir (cognitive reappreisal). Araştırmacılar, bazı insanların bu konuda doğal olarak daha iyi olduğunu ve bu özelliğin sürekli olarak iyi bir zihinsel sağlıkla bağlantılı olduğunu buldu. Toronto Üniversitesinde psikoloji doçenti ve Duygulanım Bilimi ve Sağlık Laboratuvarı yöneticisi Brett Ford, amacın "herhangi bir şey hakkında düşünme şeklinizi, dolayısıyla da o konu hakkında nasıl hissettiğinizi değiştirmek" olduğunu söylüyor.

Clinical Psychology Review'da 104 makalenin incelendiği 2018 tarihli bir çalışmanın bulgularına göre, sosyal kaygıdan mustarip insanlar bu tür bir zihinsel değişimi gerçekleştirmekte daha fazla zorluk yaşıyor gibi görünürken, depresyondan muzdarip insanların bunu deneme olasılığı veya isteği daha az görünüyor. Dr. Ford, "Araştırma, depresyonlu kişilerin bilişsel yeniden değerlendirmeyi daha az kullanma becerisine sahip oldukları anlamına gelmiyor ancak bu beceriyi kullanma olasılıkları daha düşük" diyor.

Kötünün içindeki iyiyi görmek bazılarımıza daha doğal gelse de kanıtlar bunun öğrenilebileceğini gösteriyor. Aslında bu, depresyon ve anksiyete tedavisinde giderek daha fazla önerilen popüler bir psikoterapi türü olan bilişsel davranışçı terapide insanlara öğretilen temel becerilerden biridir. Mutluluk Araştırmaları Dergisinde 2017 yılında yapılan bir araştırmada, üç kısa çevrimiçi yeniden değerlendirme eğitimine katılan katılımcılar, eğitimi tamamladıktan iki hafta sonra yakın zamanda yaşanan stresli bir olayı hayal ederek zihinlerinde görselleştirdiklerinde  daha az olumsuz duygu deneyimlemişler. Her üç grupta da eğitimden sonra genel iyi oluşta önemli bir artış yaşanmış.

Ancak talihsizlik karşısında kendini iyi hissetmeye çalışmak her zaman işe yaramaz. Ford, "Batı kültürü çoğu zaman iyi hissetmeyi teşvik ediyor" diyor. “İnsanların stres karşısında kendilerini iyi hissetmelerine yardımcı olan yeniden değerlendirme taktiğinin kültürel olarak pekiştirilmesi olası. Ancak bu taktik bazı bağlamlarda diğerlerine göre daha iyi işe yarayabilir.” "Değerli kaynaklarınızı bilişsel yeniden değerlendirmeye harcadığınızı varsayıp aslında ruminasyona daldığınızda bu durum geri tepebilir" diyor.

Ancak güçlü olumsuz duygunun da bir değeri vardır: Arzulanan değişim için bir motivasyon kaynağı olarak hizmet edebilir. Kişilik ve Sosyal Psikoloji Dergisinde yayınlanan araştırmada Ford ve meslektaşları, başarılı bilişsel yeniden değerlendirmenin politik eyleme geçme isteğini azaltabildiğini buldu. Araştırmacılar ABD'li katılımcılara siyasetle ilgili klipler gösterdiler; onlardan duygularını düzenlemek için belirli stratejiler kullanmalarını (ya da hiçbir strateji kullanmamalarını) istediler ve ardından bu durumla nasıl başa çıktıklarını incelemek için günlük kayıtlarını takip edip analiz ettiler. Ford, "Siyasetle ilgili olumsuz duyguları azaltmak için yeniden değerlendirmeyi daha başarılı bir şekilde kullanan insanlar siyasetle daha az ilgileniyor; bağış yapma, gönüllü olarak zaman geçirme veya gösterilere katılma olasılıkları daha düşük" diyor.

Başka bir makalede Ford ve meslektaşları, yeniden değerlendirmeyi COVID-19 korkusunu azaltmak için daha başarılı bir şekilde kullanan kişilerin, CDC tarafından toplumu korumak için önerilen maske takmak ve sosyal mesafeyi korumak, kendilerini ve başkalarını riske atmak gibi COVID'den koruyucu sağlık davranışlarını uygulama olasılıklarının daha düşük olduğunu buldu. Kendimizi ve başkalarını ölümcül bir virüse karşı korumamızı engelliyorsa harika bir ruh halinin ne faydası var?

Sonuç olarak, olumlu düşünme bir nevi değiş tokuş işlemini temsil ediyor: Olumsuz bir deneyimi daha olumlu bir şekilde yeniden çerçevelemek, kişinin zihinsel sağlığını iyileştirebilirken aynı zamanda bu deneyimi değiştirmek için harekete geçme olasılığını da azaltabilir. Zorluklara nasıl tepki verdiğimiz, biraz dengeleme eylemi de gerektiriyor gibi görünüyor. Bu yüzden olumlu tarafı arayın, ancak fırtına bulutuna da dikkat edin.

Yazan: Deena Mousa, The Christian Science Monitor, Business Insider ve Observer'da sözleşmesi bulunan bağımsız bir gazetecidir.

Not: Bu makalenin İngilizce dilindeki özgün haline buradan erişebilirsiniz.

31 Ocak 2024 Çarşamba

Nasıl Hissettiğinizi Değiştirmek İçin Nasıl Düşündüğünüzü Değiştirmekten Başlayın


Şu senaryoyu hayal edin: Bir sabah arabada işe gidiyorsunuz. Radyoda ülkenin bir bölgesinde meydana gelen trafik kazasıyla ilgili haberler duyuyorsunuz. Aynı esnada kaldırımda birbirlerine bağıran bir çiftin yanından geçiyorsunuz. Bir yandan da artık kış yaklaştığı için havadaki sıcaklık düşüşünü ciddi şekilde fark ettiniz. Sonra, telefonunuz patronunuzdan gelen çılgınca bir mesajla çalıyor. Ofise stresli ve hevessiz bir şekilde geliyorsunuz.

Şimdi sahneyi tekrar hayal edin: Sabah işe giderken bir yerdeki trafik kazasıyla ilgili kısa bir haber dinliyorsunuz, ardından yolun geri kalanında müziğin keyfini çıkarmak için istasyonu değiştiriyorsunuz. O esnada ağaçların arasından süzülen güneşi ve sonbahar havasını fark ediyorsunuz. Ardından telefonunuz çalıyor ama onu iş yerine geldiğinizde kontrol etmeye karar veriyorsunuz. Araba sürerken elinizdeki sıcak kahve ve dün gece bir arkadaşınızla yemeğinizi paylaşabildiğiniz için yaşama karşı minnettarlık besliyorsunuz. öfkeli görünen bir çiftin yanından geçiyorsunuz. Neye bu kadar öfkelendiklerini merak ederek ilerlemeye devam ediyorsunuz. İş yerine geldiğinizde genel olarak sakin ve dinlenmiş bir haldesiniz.

Fark ettiyseniz her iki sahnede de çevrenizde herhangi değişmedi. Değişen şey; çevrenizde olan bitenlere verdiğiniz tepkileriniz, fark etmeyi tercih ettiğiniz uyarıcılar ve bunların duyusal girdi olarak nasıl işlediğinizdir.

Amigdalanızla tanışın

Beynimizin orta bölgesindeki badem şeklindeki ikili yapı, duygusal uyaranların işlenmesinde aslan payını üstlenir. Beynin diğer bölgeleri bilgiyi yorumlamamıza yardımcı olurken amigdalanın etkisi duygusal tepkilerimiz üzerindedir. Bir durum duygusal olarak yüklüyse dizginleri amigdala alır ve duygusal yoğunluk ne kadar yüksek olursa amigdalanın tepkisi de o kadar güçlü olur. Olumsuz girdileri tespit etmedeki rolü nedeniyle bazen korku merkezi olarak da adlandırılan amigdalanın, son zamanlarda olumlu bilgilere de yanıt verdiği kabul ediliyor.

Sinirbilim, insanların amigdala tepkisinde büyük farklılıklar olduğunu gösteriyor. Örneğin 2011'de yapılan bir araştırma, öfkeye ve ajitasyona daha yatkın olan katılımcıların olumsuz görüntülere karşı amigdala tepkilerinin daha güçlü olduğunu buldu. Peki bu farkı oluşturan ne?

Beyin araştırmaları, daha mutlu insanların -yani olumlu bir eğilime ve duygulanım tarzına sahip olanların- çevrelerindeki fırsatları görme konusunda daha motive olduklarını öne sürüyor.

Bir kişinin duygulanım tarzı veya temel mutluluk düzeyi hem biyolojik hem de sosyal kökenlere sahiptir. Genetik miras, yetiştirilme tarzı, yaşam olayları ve zihin sağlığı bunu etkileyen birer etkendir.

Daha mutlu insanların at gözlüğü takmadığını belirtmekte fayda var; hala yakındaki olumsuz uyaranları tanırlar. Aradaki fark, onların olumlu girdi arama olasılıklarının da daha yüksek olmasıdır. Amigdalaları iyi şeylere daha az mutlu insanların amigdalalarından daha duyarlıdır ve onlara genel olarak daha dengeli bir duygusal tepki verir.

Bu, doğal olarak olumsuzluklara yönelik umutlu oldukları anlamına gelir. Stresli durumlara tepkimizi geliştirmek için neler yapabileceğimizi inceleyen sinirbilimciler, tepki verme şeklimizi değiştirmek için duygu düzenleme araçlarını kullanabileceğimizi keşfettiler. Olumsuz duygulanım tarzına yatkın olanlar bile, amigdalalarının olumsuz girdiye tepkisini azaltırken olumlu tepkilerini artırabilirler. Araştırmalar, belirli teknikleri kullanarak beynimizin duygusal uyaranlara nasıl tepki vereceğini gerçekten değiştirebileceğimizi gösteriyor. 

Bazı Teknikler

Bir duruma ilişkin duygusal tepkilerinizi değiştirmek ister misiniz? Öncelikle bu konudaki düşüncelerinizi değiştirmekten başlayın. Duyguları düzenlemede en etkili tekniklerden biri bilişsel yeniden değerlendirmedir. Bilişsel yeniden değerlendirmenin beyin aktivitesini fiziksel olarak değiştirdiği kanıtlanmıştır. Pratik düzeyde bu, olumlu duygulara daha fazla yönelme sağlarken olumsuz duyguların ağırlığını azaltır. Yeni yürümeye başlayan ve öfke nöbeti geçiren çocuğuna karşı bir ebeveyn, başlangıçta stres ve öfke hissi hissedebilir. Yeniden değerlendirme yoluyla, yürümeye başlayan çocuğun tepkisi hakkında farklı düşünmeyi seçebilir. "Çocuğum savunmasız olmanın güvenli olduğuna inanıyor" diye gözlemleyebilir veya kendisine öfke nöbetlerinin iki yaşındaki çocuklar için normal olduğunu hatırlatabilir. Summer Allen, UC Berkeley'deki Greater Good Bilim Merkezi tarafından pozitif sinirbilim hakkında hazırlanan bir araştırma incelemesinde bilişsel yeniden değerlendirmenin bir duruma verdiğimiz anlamı değiştirdiğini ve "stresli uyaranların gözümüze daha az belirgin hale geldiğini" yazıyor. Bu tür bir yeniden çerçeveleme yalnızca ebeveynin tepkisinin yoğunluğunu değiştirmekle kalmaz aynı zamanda güçlü duyguların baskın süresini de azaltır.

Duygu düzenleme tekniklerine ilişkin araç kutunuza ekleyebileceğiniz başka bir araç da meditasyon olabilir. Araştırmalar, meditasyonun genel ruh halimizi ve dış dünyada algıladığımız duygusal uyaranlara yönelik tepkimizi iyileştirebileceğimizi söylüyor. Çoğu insan “farkındalık meditasyonu” olarak adlandırılan şeye aşinadır. Farkındalık meditasyonu, içimizde yükselen ve geri çekilen hisleri, düşünceleri ve duyguları yargılamadan basitçe fark etmek anlamına gelir. Bu tür tarafsız öz gözlemleme, özellikle tutarlı bir şekilde uygulandığında duyguları düzenlemeye yardımcı olur. Bir çalışmada, birkaç haftalık meditasyon eğitimi bile katılımcıların bir dizi duygusal görüntüye karşı amigdala tepkilerini azaltmasına yardımcı oldu.

Bir başka derin düşünme tekniği de “şevkat meditasyonudur”. Şevkat meditasyonunun amacı bizi izole olmaktan çok başkalarıyla bağlantı kurmak veya benmerkezci olmaktan çok başkalarına yönelik ilgi beslemektir. Farkındalık meditasyonunun aksine, odaklanılan nesne kişinin kendisi değil başkalarıdır. 2013 yılında yapılan bir çalışmada, Doğu meditasyonuna dayalı bir şefkat eğitimini tamamlayan katılımcılar, acı çeken insanların görüntülerini izlerken kendi duygularını düzenleme konusunda daha fazla kapasiteye sahip oldukları gösterildi. Bu, stresli durumlar karşısında şefkat meditasyonunun, özellikle de başkalarının acısını içerdiğinde, psikolojik dayanıklılığımızı artırmada etkili olabileceğini gösteriyor.

Bu tekniklerin amacı pembe gözlüklerin arkasına saklanmak veya olumsuz da olsa önemli uyaranları görmezden gelmek değildir. Aksine stresli durumlar karşısında duygularımızı düzenlemek için araçlar sunmaktır. Bu araçları kullanarak olaylara karşı daha soğukkanlı ve sakin yanıt verme olasılığımız artar.

Bu yazının İngilizce dilindeki özgün haline Templeton.org'daki arşivden erişilebilir.

Yazar: Annelise Jolley. National Geographic, The Atavist, The Rumpus ve The Millions gibi yayın organlarında yazan bir gazeteci ve deneme yazarıdır. Web adresi: annelisejolley.com

15 Aralık 2023 Cuma

Yıldız ve İnsan Arasındaki Sıradışı Benzerlikler

H. D. Thoreau'nun
Yürümek kitabı

Kimilerine göre yürümenin bir felsefesi vardır. Bence de öyledir: Adım atmak, yol almak, tökezlemek, durup dinlenmek, tekrar yürümek, koşmak, toz koparmak, iz bırakmak... Nitekim Henry David Thoreau da yürümeyi çok severmiş. Der ki "Yürümek, kendimize küstürdüğümüz doğayla yeniden bütünleşmenin ve kendimizi içsel kuruntularımızdan arındırmanın iyi bir yoludur". Thoreau kadar doğaya tutkulu olamasam da yürümeyi ve yürürken gündüzdüşlemeyi kim sevmez? Yürüdükçe zihnim daha berrak, duygular daha anlaşılabilir hale gelir.

Yürümekten bahsediyordum değil mi? Evet, yeryüzünde, yerdenizde yürümek. Peki ya  gökdenizde, göğün yüzünde? Orada yürünür mü? İnsanlık uzay maviliğinde adım atmayı yeni yeni öğreniyor ancak uzun bir süredir göklerin asıl yolgezerleri, seyyahları çoktan bellidir: Yıldızlar!

Uzun bir süredir yıldız ve insan konseptleri üzerine düşünüyordum. Ötelerden bir gün yine sıradan bir yürüyüşte Röyskopp'un 2005 çıkışlı The Understanding adlı albümündeki What Else is There? parçasını dinlerken (Siz de dinlemelisiniz!) sanki zihnim düğümlendi, içimde bir şeyler parıldayıp (♪ "... flashlights..." ♪), şimşekler çaktı (♪ "... sudden explosions). Parça, özetle insanın varoluşuna ve evrenin büyüklüğüne yönelik sorularla gündelik yaşamımızın ötesinde neler olduğunu merak etmemizi istiyordu. Benim zihnimdeki soru ise şuydu: Acaba insan ile yıldız konseptleri arasında yapabileceğimiz mecazi benzerliklerin ötesinde literal benzerlikler olabilir miydi? Buna yanıt verebilmek için hadi önce insanın ve yıldızın uzay-zaman boyutundaki yerini bir hatırlayalım.

İnsan, Evrenin Zaman Ölçeğinde o kadar son anlarda ortaya çıkan (13.6 Milyar yılı yaşındaki evren, 365 güne ölçeklenirse insanlık sadece son 1 saniyede varlık sahnesindedir) ve uzamsal ölçekte de o kadar minik ki (gözlemlenebilir evren, 1027 insan büyüklüğündedir) bu kimileri için kaçınılmaz bir anlamsızlığa eşlik eden derin bir melankoli hissi uyandırır ve göğe baktıkça (stargazing) bucaksız uzam, bizi sanki içine alıp yutuverir. Hawking insanın anlamsızlığı için şöyle der: 

İnsan ırkı, yüz milyarlarca galaksiden birinin dış banliyösündeki oldukça ortalama bir yıldızın etrafında dönen, orta büyüklükte bir gezegendeki kimyasal bir tortudan başka bir şey değil. O kadar önemsiziz ki, tüm evrenin bizim yararımıza var olduğuna inanamıyorum. Bu, gözlerimi kapatırsam yok olacağını söylemek gibi bir şey olur. - S. Hawking, 1995

Öte yandan bazılarına göreyse insan o kadar özel bir nosyondur ki evrenin ilk anından itibaren içinde bulunduğu bu bol tozlu ve ışıltılı süreç, aslında insanın varoluş sahnesine davet edilene değin ortaya konan görkemli ve kutsal bir hazırlıktan başka bir şey değildir: 

Sen küçük değilsin, değersiz değilsin, önemsiz değilsin. Evren seni bir yıldız kümelerinden dokudu; her atomun, her lifin farklı bir yıldızdan geliyor. Bir bütün olarak yıldız tozlarına bağlı, tümüyle evrenin enerjisiyle muazzam bir şekilde yaratılmış. Ve işte, sevgilim, bu fizik şiiri, senin şiirindir. - Nikita Gill

Bunun keskin bir yanıtı kimdedir siz karar verin ancak Büyük Patlama'dan bu yana Kosmoz'u bir şekilde gözlemleyebiliyor olsaydık sahnenin neredeyse başından beri orada olan en görkemli oluşumlar sanırım yıldızlar (ataları önyıldızları (protostars) buna dahildir) olurdu. Akılalmaz sayıda ve evrenin kendisi dışında başka bir konsept ile karşılaştırılamaz büyüklükteki kızgın, debdebeli ateş küreleri. Peki insan ve yıldız konseptleri büyüklük ve yapısal açıdan birbirlerinden bu denli farklı gözükürken aralarında ne gibi benzerlikler olabilir ki?

Doğum, Yaşam ve Ölüm

Her ne kadar insanı bir canlı; yıldızları ise cansız varlıklar olarak kabul etsek de aslında bundan çok emin olmayın. Çünkü bilim insanlarına göre canlılığın neye benzediğini sezgisel olarak anlasak da nesnel olarak canlılığın net bir tanımı henüz yok çünkü yapılamıyor. Elbette "yıldızlar canlıdır" demek garip oluyor ancak ilginçtir ki yıldızlar da tıpkı insanlar gibi bir doğum süreci ile meydana gelirler. Bu doğum, ya Kozmoz'a saçılmış sıcak toz ve gazlardan oluşan bulutsularının (Nebula) uzun bir süre boyunca kaynaşmasıyla ya da iki nötron yıldızının beklenmedik ani bir çarpışmasıyla gerçekleşir.

Benzerlik bununla sınırlı değil. Yıldızlar doğumlarından itibaren yaşamlarını sürdürebilmek için temelde kütle çekimi (içe itim) ve füzyon (dışa itim) kuvvetlerinin dengeli bir mücadelesine ihtiyaç duyarlar (Buna Hidrostatik Denge denir). Yıldız çekirdeklerindeki hafif elementler, kütle çekiminin baskısı ile toplaşırlar. Bir noktada, bu baskı o kadar büyür ki artık atom çekirdekleri ve atomaltı parçacıklar kaynaşma tepkimesine girerler. Bu tepkimeler ise beraberinde yüksek basınç, ısı ve radyasyon ışıması ortaya çıkarır. Yani dışa itim. Hayal etmesi bile zihinleri bükebile
cek olan bu hidrostatik denge, yıldızların var olabilmesi ve varlığını sürdürebilmesi için bir zorunluluktur. Aslında zihnimizi biraz daha bükersek fark ederiz ki insan da temelde var olabilmek için ikili kuvvetlerin etkisine ihtiyaç duyar: Antik felsefecilere göre akıl/mantığa karşı sezgi/duygu; ahlaka göre iyiliğe karşın kötülük; psikolojiye göre topdog/underdog; sinirbilime göre sürüngen beyne karşı memeli beyni; dine göre nefs ve ruh.

Zaman geçtikçe yıldızların çekirdeğindeki hidrostatik denge, füzyon için gerekli materyallerin tükenmesinden dolayı bir vakitten sonra korunamaz. Bu yıldızın ölümüne (ya da başka yıldızların yeniden doğumuna) giden kritik bir gelişmedir. Yaşamını sürdürme sebebi olan o içsel dengenin bozulması onu ölüme (ya da farklı bir göksel yapıya) götürecektir: Birinci ihtimal olarak kütleçekimi kuvveti baskın hale gelir ve yıldız içe doğru sönümlenerek ölür (küçük bir yıldızsa önce beyaz cüce ve sonrasında siyah cüceye dönüşerek söner; büyük bir yıldızsa uzay-zaman örtüsünü yırtan bir kara deliğe dönüşür) veya ikinci ihtimal olarak füzyon tepkimlerinin baskın hale gelmesiyle yıldızın şişerek hacimlenmesi ve en sonunda görkemli bir patlama ile sahnenin kapanması (2:156). 

Yıldızların Yaşam Döngüsü

Enerji Depolamanın Geometrisi 

İnsan bedeni her ne kadar bir yıldıza kıyasla moleküler çeşitlilik açısından daha karmaşık ve gelişmiş bir sistem olsa da 2014 yılındaki bir çalışmada araştırmacılar, sıradışı bir şekilde, insan hücrelerinde protein ve lipitlerin depolandığı organel olan Endoplasmik Reticulumdaki membranlar ile nötron yıldızlarının en dış kabuklarında füzyon tepkimelerinin artığı olarak biriken elektron, serbest nötron parçaçıkları ve tortuların (crust) neredeyse aynı geometrik yapıya sahip olduğunu bulmuşlar.


a: Yıldız Tortusu, b: ER Membranı
Bilim insanları hücrelerde bulunan bu membran yapısına "Terasaki Rampası", yıldızlardaki bu tortulara ise lazanya ve spagettiye benzetildiği için "Nükleer Pasta" adını vermişler. Bu iki yapı öyle benzerler ki benzerliği keşfeden araştırmacılar, nükleer pastayı ilk gördüklerinde bunları hücre membranlar ile karıştırmışlar.

Spagetti ve lazanya topografisinin detayları

Ağır Element Darbhanesi Olarak Yıldızlar

Biliyoruz ki dünya temelli bir bakış açısıyla canlılığın oluşması için Karbon elementi kelimenin tam anlamıyla hayati bir öneme sahip. Çünkü karbon, diğer elementlerden farklı olarak, dörtlü kovalent bağ kurabilme yetisine sahip tek elementtir. Hepimiz -sadece insan değil, tüm canlılar alemi- karbon bazlı birer anotomiye sahibiz. Çünkü moleküler düzeyde karmaşık protein yapıları ancak güçlü karbon bağları ile mümkün hale geliyor. İlginçlik nerede diyorsanız biraz daha sabır: İnsan bedeni içerisinde başkaca elementler de barındırır: Altın, sülfür, silikon, magnezyum, demir, kalsiyum ve diğerleri. 

Garip olan şu ki demir ve demirden ağır elementler -canlılık henüz ortada yokken- gezegenimizin özünde yoktu. Peki nasıl oluyor da bedenimizde bulunuyorlar? Çekirdek kütlesi açısından bu denli ağır elementler ancak çekirdek kaynaşması olarak da ifade edilen füzyon tepkimeleri ile yıldız çekirdeklerinde veya bir yıldızın ölmeden önceki son anlarından olan süpernova patlamalarında meydana gelebilirdi (galaktik kimyasal evrim). Yani, demir ve diğer ağır elementler sonradan Dünya'nın bir parçası oldular. Yani, kelimenin tam anlamıyla, bizi biz yapan yapıtaşları öncelerde yıldızların kalbindeki darphanelerde dövülmüştü. Nikita Gill şöyle der: "Kemiklerimde kalsiyum, damarlarımda demir, ruhumda karbon ve beynimde nitrojen. Aslında hepimiz insan isimleri olan birer yıldız; ruhları alev toplarında dövülmüş yüzde 93'lük yıldız tozlarıyız" (57:25; 30:20). Peki yıldız tozları neye benzer? Stardust isimli NASA sondajı sayesinde kuyruklu astreoidlerden bazı bulgular elde edilmiştir. Bunlara göre yıldız tozları yapışkan, biçimsiz, yumuşak, katranımsı bir materyale benzemektedir. İçinde Kalsiyum-silikat-hidrat izleri taşıyan yıldız tozları, dünyadaki yaşamın kökeni olan ilksel çorbanın (premordial soup) temelini oluştuduğu varsayılır (37:11).

Bedenimizdeki elementlerin orantısal dağılımı başta yaş olmak üzere diğer çevresel etmenlere bağlı olarak değişkenlik gösterir. Yıldızlarda da durum benzerdir. Yıldızların çekirdeğindeki elementler de onların yaşına, diğer göksel cisimlerle olan etkileşimine bağlı olarak değişkenlik gösterir. Harika değil mi? 

Yıldızların da Parmak İzleri Vardır

Şehirlerimizin geceyi gündüz eden o ışık kirliliğinden biraz uzaklaştığımız ve kırsalda gökyüzünü izlediğimiz zamanları hatırlayalım. Böylesi gecelerde gökkubbeye baktığımızda birçok yıldızı ve yıldız sistemini çıplak gözle görebiliriz ancak yıldızlar arasındaki farkı ayrıştırmakta zorlanır, tektipleştiririz. Az sayıda meraklı zihin ise, belki bir mercek vasıtasıyla, yıldızların gece balosunu dikizler ve her birinin nasıl alazlandığına şahit olabilir. O meraklı gözler göreceklerdir ki aslında hiçbir yıldız bir başka yıldız gibi yalazlanmamaktadır. Kimi camgöbeği mavisi ile gülüş atar, kimi solgundur, yalnız bir kar kraliçesi gibi bakınır, kimi kızıl bir dev gibi uyur, kimi beyaz bir cüce gibi el sallar. 

Hertzsprung–Russell diyagramına göre yıldızların genel saçılım grafiği

Altair yıldızının parmak izi
Kaynak: webbtelescope.org
"Hertzsprung–Russell Diyagramı" olarak bilinen şemaya göre, her bir yıldız aynı olmadığı için çeşitli dalga boylarında çeşitli ışınlar yayar. Yıldız ışıklarının dalga boyları ve kâdirleri (parlaklıkları) tıpkı insanların parmak izlerine benzer şekilde eşsizdir. Yani, her bir yıldız tıpkı parmak izlerimiz gibi nev-i şahıslarına özgü parmak izlerine sahiptir! Yıldız izlerinin bizim parmak izlerimizden en büyük farkı, bizimkilerden çok daha renkli gözükmeleri olabilir. 

Yıldızlar da Sosyaldir!

Bazı romantik karşılaşmalar

Yıldızların da arkadaşlıkları, dostlukları, aileleri, anlaşmazlıkları ve hatta düelloları vardır desem şaşırır mısınız? Biliriz ki bazı yıldızlar, takımyıldızlar halinde bir aradadırlar. Küçüğüyle büyüğüyle, torunu torbasıyla. Bazı minik yıldızlar yüzyıllar boyu büyüse bile bir türlü ailelerinden, onların boyunduruğundan uzaklaşamazlar. O minikler aslında gökyüzünde oradadırlar. Ancak yakınlarındaki diğer yıldızlardan dolayı özlerindeki ışıltıyı bir türlü gösteremezler.  Tıpkı bazı insanların yakınları yanındayken kendilerini tam olarak ifade edememesi, tam olarak ışıldayamaması gibi... Sevdiklerimizden biraz uzaklaşmanın, araya biraz mesafe koymanın kendimizi bulmamıza olanak sağlaması gibi...

Ancak bazı yıldızlar tıpkı bazılarımız gibi romantizmi doruklarda yaşayarak birbirlerinden ayrı kalamayan çiftlerdir. Örneğin; Köpek Yıldızı olarak da bilinen Sirius Yıldızı (gece gökyüzüne baktığınızda gördüğünüz en parlak yıldız) aslında biri büyük biri küçük yıldızdan oluşan ikili bir takımyıldızdır (53:49). Bu çiftler bazen öylesine iç içe geçerler ki bu yakınlaşmalar esnasında birbirleri arasında plazma kütlesi paylaşımı veya eşlikçi gezegen değiştokuşu bile olabilir. E tabii, bazen bu çiftlerin bile arasının açıldığını söyleyen dedikodular da yok değil. Ama yıldızlar insanlardan farklı olarak bir şekilde barışmayı da bilirler. 

Yıldızlararası Hiyerarşi

Yıldızların insanlara benzeyen bir yönü de kendi aralarında bir hiyerarşi sahip olmalarıdır. Zannetmeyin ki bir rockstar olmak kolaydır! Hayır efendim. Bazen kendi yolunuzu çizmek istersiniz ancak kütle çekimi sizden ağır basan yıldızlar veya yıldız kümeleri (çeteleri mi desek?) sizi yörüngenizden saptırır, yoldan çıkarır, kendisinin etrafında dört dönmenizi ister. Halbuki bir yıldız aslında ne kadar büyükse o kadar solgundur. Küçük hacimli yıldızlar daha güçlü parıldar. Ancak doğanın kanunları bellidir. Kütle çekimin zayıfsa kaderi değiştirmek zordur... Öte yandan bazen öyle garip şeyler olabilir ki küçük yıldızların şansı yaver gidiverir, ortada bir yıldız yok gibidir ancak aslında koca bir kara delik yakındaysa minikler, büyüklerinin pençesinden kurtulup kendi yollarını bulabilirler.

Peki Nötron yıldızlarını hiç duydunuz mu? Onlar bana kalırsa en ağır abi yıldızlardır diyebilirim. Kütle çekimleri diğer yıldızlara kıyasla o kadar güçlüdür ki her kim yakınlarından geçse onlara selam durmadan, yoluna çeki düzen vermeden es geçemez. Kolay kolay kimse önlerine çıkmak istemez çünkü bilirler ki bir kere yaklaştın mı uzaklaşmak pek kolay değildir. 

Çarpışmakta olan
Galaksi Kümeleri
Yıldızlar göründüklerinden daha karmaşık ilişkilere sahiptirler. Gruplaşmaları takımyıldızların, yıldızkümelerinden öteye gidebilir. Galaksileri kast ediyorum! Sayıları o kadar büyüktür ki bir galaksi içinde milyarlarca, trilyonlarca yıldız ve yıldız kümesi bulundurabilir. Tek bir galaksideki yıldız sayısı ve çeşitliliği akıl almazcasına boldur. Tıpkı bir ulus gibi. Hatta öyle olur ki birbirine doğru yaklaşan galaksiler kafa kafaya çarpışarak yeni galaksi kümelerini oluşturabilirler: Kelimenin tam anlamıyla Star-Wars!

Galaktik Sistemler ve Nöron Ağları

Bildiğimiz kadarıyla evrendeki en karmaşık yapı insan beynine ait. Günümüzde hala beynin tam olarak bilinç (consciousness) denen bu özel farkındalığı nasıl meydana getirdiğini bilmiyoruz. Öte yandan bir grup astrofizikçi ve sinirbilimci geçtiğimiz yıllarda yürüttüğü bir çalışmada gözlemlenebilir evrenin özellikle dış kısımlarında yer alan Galaksi İplikçilerinin (galaxy filaments) ve bunların arasında yer alan uzay vakumunun tahmin edilenden çok daha karmaşık yapılar olabileceği düşüncesinden yola çıkarak nöral ağlar ile bu galaktik filamentleri karşılaştırmaya çalıştılar ve çok ilginç bir sonuçla karşılaştılar: Beynin ve galaktik ağların karmaşıklığı görsel benzerliğin ötesinde bazı yapısal benzerliklere de sahip. Ancak bu, sadece örüntü bazında görsel bir  benzerlik değil. Karşılaştırmaya göre, ortalama bir insan beynindeki toplam nöron sayısı, gözlemlenebilir evrendeki galaksilerin sayısıyla inanılmaz derecede aynı sayıya işaret ediyor: Yaklaşık olarak 100 Milyar. Beyin kütlesinin yüzde 80'inden fazlasını temsil eden Kortikal Gri Maddede yaklaşık 6 milyar nöron (nöronlarının yüzde 19'u) ve yaklaşık 9 milyar nöron dışı hücre, beyincikte ise yaklaşık 69 milyar nöron (beyin nöronlarının yüzde 80,2'si) ve yaklaşık 16 milyar nöron dışı hücre vardır [6+9+69+16=100]. Bu sayı gözlenlenebilir evrendeki galaksilerin sayısına yönelik en son tahminlerle inanılmaz derecede yakın

Kozmik ağın simüle edilmiş görüntüsü (solda) ile beyincikteki nöronal cisimlerin gözlemlenen dağılımı (sağda). Kaynak: Ventana Medical System

Araştırmacılar bu verilerle yetinmeyip evrenin ve insan beyninin bilgi/işlem kapasitelerini de karşılaştırmışlar: Gözlemlenebilir evrenimizi bir bilgisayarda simüle etmek isteseydik bunun gerekli işlemci kapasitesinin 1-10 petabyte arasında olacağını hesaplanmış. İlginçtir ki en güncel araştırmalara dayanarak ortalama bir yetişkin insan beyninin bilgi/işlem kapasitesinin ise yine 2.5 petabyte civarından olacağını bulunmuş. Özetle, galaksiler ve beyin; özlerindeki materyal, sahip oldukları fiziksel mekanizmalar ve uzamsal hacim açısından devasa farklılıklara sahip olsalar da nöral ağlar ile kozmik galaksi ağları, bilgi teorisi açısından gizemli şekilde benzerdir.

Bir başka nisbi gariplik ise evrendeki madde/antimadde oranı ile insan beynindeki su/hücre oranıdır. Beynimizin kabaca %30luk kısmı sinir hücreleri iken %70i sudur. Gel gelelim; evrenin de %30 karanlık madde ve maddeden (%5 madde ve %27 karanlık madde), %70i ise nasıl bir şey olduğunu tam olarak bilmediğimiz karanlık enerjiden (%68) meydana gelmektedir. Ne kadar ilginç değil mi?

Özetle, yıldızlar biz insanlara düşündüğümüzden daha yakın, daha tanıdık olabilirler. Onlara her baktığınızda bu detayları anımsayarak asla yalnız olmadığınızı unutmamanız temennisiyle...

"Güneşe ve onun teskin edici parıltısına ... andolsun." (91:1)

Teşekkür

Yazının terminoloji kontrolünü ve son okumasını yaptığı için Dr. Hasan Zühtü Okulu'ya teşekkür ederim.  

Kaynakça